11 Haziran günü burada yayınlanan yazımızda (“Yeni Normal”) , önlenemeyen gelişmeler sonucunda dünya kapitalizminin geldiği noktaların “yeni normal” sayılıp daha sonra yapılacakların buradan hareketle belirlendiğini aktarmıştık.
Yeni “yeni normallere” kadar…
Şimdi, soru şu: Türkiye’nin, rejim ve siyaset açısından kendi “yeni normaline” doğru gittiği söylenebilir mi?
Soruya “evet” ya da “hayır” yanıtı vermeden önce bu bağlamdaki “yeni normalle” neyi kastettiğimizi anlatmaya çalışalım.
Orijinal örnekteki gibi, kesinlikle, “eskiden olanın”, olduğu varsayılanın yeniden tesisi ya da kimilerince “olması istenilenin” fiilen gerçekleşmesi değildir. Yani, bildiğimiz klasik burjuva demokrasisi ya da “liberal demokrasi” değildir. Böyle bir “yeni normal” bırakın Türkiye’yi dünyanın gündeminden düşmüştür.
Bugün artık faşizmlerden, neo-faşizmlerden, otoriter-totaliter demokrasilerden ve buna benzer şeylerden söz edilmektedir.
O zaman şunu söylemiş oluyoruz: Türkiye’nin rejimsel-siyasal “yeni normali”, AKP’nin son 14 yılda ülkeyi getirdiği yerin temel özelliklerinin korunup sürdürüldüğü, düzenin siyasal aktörlerinin hepsinin buradan yürümeyi kabul ettikleri bir “ortam” olacaktır…
Örneğin?
Yürütmenin yasamaya, yasamanın yargıya baskınlığı… Önemli işlerin yasama organı dışında, özel mekânlarda özel kulislerle halledilmesi… Sınıfın elinden alınanları bir daha geri vermeme kararlılığı… Büyük sermaye odaklarına yerine göre gözdağı… Sünni İslam’ın de facto başatlığı… Mütedeyyin kesimlerin “özel hassasiyetlerini” gözetmenin herkes tarafından bir norm olarak kabul edilmesi… “Bölgede güç olma” arzularının yeni versiyonları… Devlet kurumlarına ve bakanlıklara doldurulan kadroların dokunulmazlığı… “Sivil toplum” ve kuruluşları üzerinde tartışılmaz devlet-iktidar vesayeti…
Pek “yeni” değildir; ama “normal” sayılması için bir operasyon gerekebilecektir: Erdoğanlı “saray rejiminin” bir şekilde devreden çıkartılması…
Soruyu şimdi yeniden soralım: Türkiye böyle bir “yeni normale” taşınabilir mi?
Mesele, bir tarafın “yeni normal” çıtasını Erdoğanlı saray rejimiyle daha yüksekte tutma ısrarıyla diğer tarafın aynı çıtayı Erdoğansız biraz daha alçakta tutma çabaları arasında yaşanan gerilimdir.
Bu durumda ihtimalleri (büyükten küçüğe) sıralayalım:
Erdoğan’ın her şeyi, bu arada bir “iç savaşın” ön vuruşmalarını da göze alıp “çıta benimle daha yükseğe çıkacak” diye diretmesi…
“Bu iş iç savaşa gider” kaygılarının artmasıyla iyi saatte olsunların devreye girmesi…
Erdoğan’ın ve sarayının daha düşük profil vermeye, çıtanın biraz düşürülmesine ikna olması/edilmesi…
Kuşkusuz, işin içinde Kürt meselesinden referandumlara, meclisteki partiler arasında uzlaşma arayışlarına, belki de erken seçime kadar çeşitli faktörler de yer alacaktır; ancak hepsinin çerçevesini az önce sıralanan üç ihtimal oluşturacaktır.
***
Ya Türkiye’nin ilerici, laik, demokrat birikimi?
Kaçınılmaz olanı ve hiç korkulmaması gerekeni peşinen söyleyelim: Bu kesimin, özellikle genç kuşakların tepkisine, sistemli ideoloji ile kendiliğinden yönelimi ayırmakta güçlük çekenlerin “liberalizm” diye burun kıvıracakları bir özgürlükçülük ve demokrasi anlayışı damgasını vuracaktır.
Kaçınılmazdır: Birincisi, saray rejiminin her yaptığı, bir referans noktası olarak özgürlükçülüğü ve demokratlığı öne çıkarmaktadır; ikincisi, kendiliğinden tepkilerin başka şeyleri atlayarak doğrudan sosyalizme yöneldiği tarihte çok sık görülen bir durum mudur?
Korkulmaması gerekir: Rejimin yeni normali, “resmi” ideolojisinden Devlet yönetimine, kurumlara, siyasal alanın şekillenmesine vb. kadar uzanan dört başı mamur bir liberalizmi çağırıyor olsaydı buraya bir mim konulup kaygı duyulabilirdi…
Olasılığı sıfırdır.
Uzun sözün kısası, mevcut-kendiliğinden özgürlükçü ve demokrat tepkileri bunların çok daha ötesine yönlendirip taşımanın imkânları bugün her zamankinden daha fazladır.
Bir de “bonus”: Türkiye gibi bir ülkede, özellikle dinci gericiliğe karşı mücadele gündemi, hangi versiyonu olursa olsun “liberal ideolojinin” kuşatıcı sınırlarını çok zorlamaktadır.
Önemli bir fırsattır.