Bir zamanlar neler söyleniyordu, hatırlayalım:
Bu ülkede, Cumhuriyet’le birlikte dayatılan resmi ideoloji, yaşam tarzları, eğitim ve öğretim sistemi, “liyakat anlayışı”, siyaset alanının yapılanması, kamu yönetiminde üst düzeylere gelecek kişilerde aranılan özellikler, vb. belirli bir tipolojiye peşinen avantaj sağlarken başkaları ikinci-üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görüyor, horlanıyor, dışlanıyor ve “merkezden” uzak tutulup “çevreye” hapsediliyordu…
Diyelim, bir zamanlar gerçekten böyleydi…
“Bugün de böyle” diyen artık herhalde kalmamıştır. Öyle ya, bir zamanlar bunları söyleyenler, iktidar olmanın pek çok şeye kadir gücünden ve imkanlarından 20 yıldır aralıksız yararlanmaktadır. Nitekim, bir zamanlar “çevreye” itilip orada adeta tecrit edilen büyük “potansiyel” bu imkanlardan yararlanarak mevcut iktidar döneminde nihayet “merkeze” taşınabilmiştir.
Ve bir zamanların o gariban çevresinin merkeze terfiiyle birlikte ülkede siyasetten bilime, sanat ve edebiyattan kültüre, akademiden devlet idaresine kadar her alanda “kaliteyle” birlikte inanılmaz bir çeşitlilik, zenginlik ve çoğulculuk gözlenmeye başlamıştır.
Farklı olanlar arasında uygar ortamlarda süren tartışmalar ve mutabakat arayışları da cabası…
***
Evet, anladınız, “ironi” yapıyoruz.
Ama hakkımız yok mu?
Yahu, uzunca bir dönem “çevreye” itilip orada mağdur edildikten sonra nihayet “birinci sınıf” vatandaş olabilenlerin temsilcileri, sözcüleri, liderleri arasında, görece makul, en azından belirli bir “olgunluğa” sahip, kendi alanında “ortalama üzeri” denebilecek “efendi” bir kişi bile çıkmaz mı? Liderleri ve sözcüleri geçersek, 20 yıllık iktidar dönemi, “yılların mağduru” çevrenin önünü açtıktan sonra buralardan gelen ve temayüz eden aklı başında bir tek kişi bile çıkaramamış mıdır?
Daha açık soralım: “Çevrenin”, halkın içinden gelen siyasetçi olarak Ahmet Hamdi Çamlı, ilahiyat bilgesi olarak Hayrettin Karaman, tarih referansı olarak Kadir Mısıroğlu, akademisyen olarak Yasin Aktay, mülki amir olarak Hüseyin Avni Coş, Üniversite Rektörü olarak Ahmet Ağırakça, medya ağır topları olarak Fatih Tezcan, İbrahim Karagül, Abdülkadir Selvi gibi tipler dışında başka “insan kaynakları” hiç mi yoktu?
Yanıtımız kısa ve nettir: Yoktu ve olamazdı da…
***
Burada “olamazdı” derken belirli bir “determinizmden” hareket ettiğimiz açık olsa gerek.
Bu determinizm bize şunu söylettirmektedir: Bu ülkede özellikle 1908 yılından başlayıp 1919-1922 döneminde keskinleşen, ardından Cumhuriyet‘in kuruluşuna ve sonraki süreçlere yansıyan siyasal saflaşmalar veri alındığında, Türkiye’de Siyasal İslam’ın kendi içinden kalite, gelişkinlik, olgunluk, derinlik, hoşgörü, çoğulculuk, demokrasi inancı, vb. üretmesi ve geliştirmesi mümkün değildir.
Yukarıdaki değerlendirmeye iki noktada açıklayıcı ek gerekiyor.
Birincisi: Bu değerlendirmede genel olarak dinden, İslamiyet’ten, dinine bağlı ya da “mütedeyyin” denilen insanlardan değil bir ideolojik-siyasal formasyon olarak Siyasal İslam’dan söz edilmektedir. İkincisi: Kimi özelliklerin Siyasal İslam’dan beklenemeyeceği genel bir doğru olabilir; ama burada yalnızca Türkiye’deki Siyasal İslam kastedilmektedir.
***
“Determinizm” dedik ya sakın hafife almayın.
Yasin Aktay AKP’nin akademi çıkışlı en parlak temsilcilerinden biri sayılıyor. Bir zamanlar “Tezkire” ve “Birikim” gibi dergilerde derinlikli yazıları yayınlanıyordu. Akademik dereceleri ODTÜ Sosyoloji Bölümü’ndendir. Profesör Aktay’ın yayınlanmış çok sayıda kitabı, makalesi ve çevirisi bulunmaktadır.
Profesör Aktay’ın akademik yetkinliği siyasal yaşamına yansırken kimi özel biçimler alabilmektedir. Örneğin Aktay “Biz Erdoğan’ı gördüğümüz zaman Salli Alậ Muhammed deriz” demiş, memleketi Siirt’teki bir toplantıda kadınlara “Recep Tayyip Erdoğan, Salli Alậ Muhammed…” sözleriyle başlayan salavat türküsü söyletmiştir.
“Determinizm” dedik, hafife almayın.
Mevzubahis olan Siyasal İslam’sa, Weber, vb. atıflı, “söylem analizli”, “habitus” çözümlemeli akademik derinliğin, iş siyasete gelince lidere yazılan methiye kasidelerine dönüşmesi kaçınılmazdır.
***
Nasıl, yazı yeterince “elitist” ve “İslamofobik” olmuş mu?