Cesaret ve kararlılık

19. yüzyıl edebiyat eleştirmenlerinden John Ruskin özellikle genç şairlerin sık sık düştükleri bir hatayı anlatmak için “patetik yanılgı” kavramını kullanır. Ruskin’e göre cansız nesneleri canlıymış gibi tasvir etmek anlamına gelen patetik yanılgı, “ağlayan çayırlar”, “yaslı denizler” ya da “suskun dağlar” gibi ifadelerde karşılık bulur. İnsanın doğa karşısında hissettiklerinin, sanki doğanın kendi niteliğiymiş gibi anlatıldığı patetik yanılgı, böylece cansız olanın canlıymış gibi ele alındığı, doğanın insanlaştırıldığı bir düşünme türünü anlatır. Daha önemlisi ise, zihnin kamaşması ile oluşan bu yanılgı sonucunda, insan ile doğa arasındaki ilişki bulanıklaşır, iç dünya ile dış dünya arasındaki sınırlar belirsizleşir, şair kendi dışındaki nesnel dünyayı iç dünyasının öznel rengine boyayarak gerçeği çarpıtır.

Ölümünden kısa bir süre önce günlüğünde Ruskin’in patetik yanılgı kavramına değinen Oğuz Atay ise, karşılık olarak “apatetik yanılgı” kavramını ortaya atar. Atay’a göre patetik yanılgı nasıl insan ile dünyası arasındaki ilişkiyi bozuyorsa, apatetik yanılgı da aynı sonucu tersinden yaratır. Apatetik yanılgı canlı varlıkların cansız nesnelermiş gibi anlatıldığı, duygu yüklü olması kaçınılmaz olan sözcüklerin içinin boşaltılarak duygusuzlaştırıldığı bir yanılgı türüdür. Demir gibi doğal bir madde ile Demirel gibi azılı bir sağcıyı, aynı üslup ve mesafe ile alt alta sıralayan ve böylece Demirel’i de demir gibi doğallaştıran ansiklopedik dil, apatetik yanılgının en açık tezahürüdür. Böylece gerçek yaşantı ile bağını koparmış bir nesnelliğin, temas ettiği her unsuru aynı ruhsuz üsluba indirgeyen bir soğukluğun, iç dünya ile dış dünyanın birbirine etki etmesine izin vermeyen bir mesafeliliğin alanı açılmış olur.

Nurdan Gürbilek’in sözleriyle söylersek, patetik yanılgı doğanın insanlaştırılması, cansız doğanın duygudan görünmez kılınması, duygunun iç dünya ile dış dünya arasındaki sınırları bulanıklaştıran yayılmacılığı ise; apatetik yanılgı da insanın doğallaştırılması, duygunun görüş alanımızın tümüyle dışına atılması, bilgiyle duygusal bir ilişki kurulmasının imkansızlaşması, umarsızlığa dönüşen bir nesnelliğin baskın hale gelmesidir. 

Patetik yanılgı arabesk bir bayağılık ise, apatetik yanılgı da taşlaşmış bir duygusal matlık, biçimin içeriğe kayıtsızlaştığı buz gibi bir duyarsızlıktır.

***

Siyaset, özellikle de devrimci ve sosyalist siyaset akıl, bilim ve teori ile anlam kazanır. Bunlara sahip olmadan, bunları içselleştirmeden, bunlardan beslenmeden siyaset yapmak mümkündür belki, ama o siyasetin devrimci ya da sosyalist olması mümkün değildir.

Akıl, bilim ve teori devrimci siyasetin “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” dibacesidir yani. Öngörü, soğukkanlılık, stratejik düşünme, gerçekçilik gibi niteliklerin berisinde hep bu unsurlar vardır. Öte yandan devrimcilik, başka boyutlarıyla, bir duygu durumudur da aynı zamanda. Devrimci bireyi heyecanlandıran, umutlandıran, aklı ve bilinci ile dış dünyası arasındaki bağa özel bir renk katan hissetme biçimidir.

Dolayısıyla ortada bir gerilimin, fakat yaratıcı olabilecek bir gerilimin olduğu söylenebilir. Devrimci birey bu gerilimin verimliliğini kullanmak yerine, ibreyi taraflardan birine kırdığı ölçüde sözünü ettiğimiz o özel karakterden uzaklaşacaktır. Daha açık bir ifadeyle, akıl lehine duyguyu uzaklaştıran ya da saf duygudan ibaret kalacak biçimde aklı rafa kaldıran tercihler, ister istemez bahsettiğimiz gerilimin kurbanı olacaktır. Patetik ya da apatetik yanılgı, her iki durumda da baskın çıkacaktır.

Bu gerilimin nasıl verimli ve yaratıcı kılınacağının ise bir reçetesi yok tabi. Devrimci birey tanımlanırken “şu kadar ölçü akıl ile şu kadar ölçü duygu karıştırılacak” diyen bir formüle ulaşmak imkansızdır. Zaten Aristoteles’ten bu yana, doğru oranın iki uç arasındaki tam orta nokta olmadığını biliyoruz. Doğru oranın sabit ve değişmez olmadığını, her dönemin kendi özgün koşullarında yeniden tanımlanıp üretilmesi gerektiğini de hatırlıyoruz Aristoteles sayesinde.

Demek ki devrimci bireyi tanımlayan akıl ile duygunun uygun oranı, ancak belirli bir dönemin koşulları hesaba katılarak tartışılabilir. Doğru oran, zaman zaman akıldan yana meylederken, zaman zaman da duyguya doğru kayar. Ama hiçbir koşulda aklın ya da duygunun tümüyle sıfırlandığı bir tek kutupluluğa varmaz. Akıl duyguyu, duygu da aklı tümüyle iptal edemez.

***

Akıl, bilim ya da teoriden söz ettiğimizde kaynakları saptamak görece kolay, ancak devrimciliğe özel bir renk kattığını söylediğimiz duygu durumunun kaynaklarını nasıl saptayabiliriz?

Diğer bir deyişle, devrimci bireyde mutlaka var olması gerektiğini düşündüğümüz heyecan, umut, iddia gibi duyguların kökeninde ne olabilir?

Kast ettiğimiz duygu durumu, akıl ile belirli bir ölçüde birleştiği ve böylelikle devrimci bireyi tanımlayan unsurlar arasına girdiği ölçüde, bu kaynakların tamamen öznel bir nitelik taşıması, yani devrimci bireyin “içi”nden gelmesi beklenmemelidir. Elbette, “iç”ten, karakterden, deneyimden, hatta “fıtrat”tan gelenler de olacaktır, ancak bir politik tutum anlamına gelen bu duygu durumu bütünüyle tekil bireyin ruhsal dünyasına indirgenemez.

O halde, devrimci bireyi kuşatan nesnelliği, daha açık bir ifadeyle devrimci bireyin içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulları işaret etmek gerekmektedir. Bu anlamda, devrimci birey, en başta ülkesiyle kurduğu ilişkiden, üzerinde yaşadığı toprakların sunduğu olanaklardan heyecan, umut ya da iddia türetir. Hiçbir örgütsel düzenleme, hiçbir siyasal slogan, hiçbir program ya da tüzük metni, hiçbir oy oranı, hiçbir miting rakamı tek başına sözünü ettiğimiz duygu durumunu yaratamaz, kalıcılaştıramaz. Bunlar, ancak ve sadece, devrimci bireyin ülkesiyle kurduğu bağla ilişkilendirilirse, yaşadığı toprakların barındırdığı olanaklarla buluşturulursa heyecanın ya da umudun kaynağı olabilir.

Bu nedenle, ülkesine, halkına, coğrafyasına baktığında devrimci bir atılım için uygun koşulları, önüne serilen fırsatları, değerlendirilmeyi bekleyen olanakları göremeyen kişi, devrimciliğini, en iyi ihtimalle bir rutin ya da alışkanlık olarak sürdürmek zorunda kalır. Bu gördüklerini akıl, bilim ve teoriyle yoğurmayan, yapılması gerekenleri aklın ve bilimin onayından geçirmeyen kişi ise, en fazla panik atak semptomları göstermiş sayılır.

Devrimci bireyin ülkesiyle kurduğu bağ, patetik ya da apatetik yanılgıya düşmemek için, bu ölçüde yaşamsal ve belirleyicidir.

Yani devrimci bireyin tavrı, bakmaktan çok görmektir. Devrimci birey ülkesine bakarken, gerekirse hayal de gören, ama asla sadece bakmakla, izlemekle, seyretmekle yetinmeyendir.

Devrimci birey ayak bastığı topraktaki titreşimi sezen, içinde yaşadığı ülkenin birikimine güvenen ve buradan çıkardığı heyecanı, umudu, iddiayı paylaşıp çoğaltmanın yolunu arayandır.

Bugün en çok ihtiyacını duyduğumuz da bu arayışı sürdürecek cesaret ve kararlılıktır.