Cesaret ruhun özgürlüğüdür!

Sartre, 1961 yılında İtalyan Komünist Partisi’nin daveti üzerine Roma’daki Gramsci Enstitüsü’nde bir seminer verir. Bu seminerin ve ardından semineri izleyen İtalyan marksist düşünürlerin Sartre’la yürüttükleri karşılıklı tartışmanın kayıtları geçtiğimiz aylarda yayınlandı (Jean Paul Sartre, Öznellik Nedir?, Can Yayınları, Aralık 2015).

Kitaplaştırılmış edisyonun adından da anlaşılacağı üzere, tartışma, özne ve öznellik kavramları üzerine hayli derin bir felsefi ve siyasal soruşturmayı içeriyor. Biz bu soruşturmanın bütün alanını burada tarayamayacağımıza göre, hızla sonuca dönelim.

Şöyle diyor Sartre: “Öznellik, bir cevabın karakteridir”.

Başka bir ifadeyle, Sartre’a göre öznellik, nesnel durum ve koşullar karşısında verilen cevabın türü ve içeriği ile ilgilidir. Daha tanıdık bir terminolojiye başvurursak, bir öznenin devrimciliği, soy kütüğünden ya da kimliğinden değil, mevcut düzene karşı ürettiği cevabın devrimci olup olmamasından kaynaklanır.

Bu kısmın yeterince açık olduğunu varsayıp, biraz daha ilerleyelim.

***

İlerlerken, Sartre’ın kendi soruşturma güzergahını bozduğu, ancak tam da böyle yaparak, tartışmayı, bilmeden de olsa, bizim güncel sorunlarımızla bağlantılı bir eksene taşıdığı ana doğru yönelelim.

Konuşmasının bir yerinde geçmişten bir hatırasını nakleder Sartre. Anlattığına göre, gençlik yıllarında bir arkadaş grubu olarak dergi çıkarmaya karar vermişler. Derginin adının ne olması gerektiğini düşünürlerken de, bir arkadaşlarından gelen öneri “grabuge” olmuş. Gerçeküstücülüğün hayli etkili olduğu o yıllarda, hır gür, çıngar, karmaşa gibi anlamlara gelen bu Fransızca sözcüğün önerilmesi şaşırtıcı olmasa da, Sartre ve diğer arkadaşları bu öneriyi reddetmişler.

Hikayeye burada ara veren Sartre, özne ve öznellik hakkındaki patikaya geri döner. Fakat ne olduysa, biraz ileride tekrar, hem de bu defa son derece çarpıcı bir şakayla geri döner “grabuge” hikayesine. Gerçeküstücülüğün kurucularından büyük şair Aragon’un Fransız Komünist Partisi üyesi olduğunu hatırlattıktan sonra, “yeni bir dergiye kesinlikle Grabuge adını değil, daha ziyade Concorde (düzen, uyum) ya da bu tür bir ad verecektir” der.

Bu bir şaka elbette. Ve her şaka gibi, ele gelmeyen, söze dökülemeyen bir gerçeğin yankısını da taşıyor.

Böyle bir şakaya sertçe itiraz etmek ya da kibarca duymazdan gelmek mümkün tabi. Ancak bu şakayla ima edilen o acımtırak tadı duymamak; yutulamayan lokma gibi, silinemeyen hatıra gibi, gözdeki çapak gibi rahatsız eden o kıyıcı şiddeti hissetmemek mümkün değil.

***

Sanırım, bu hikayenin herkese çağrıştırdığı konu, o meşhur yıkıcılık/yapıcılık (kuruculuk) tartışmasıdır.

Maalesef bu tartışmanın, diğer pek çok tartışma başlığında olduğu gibi, Türkiye’de sağa sola çekiştirilmeden, basit ve içeriksiz karşıtlıklara mahkum edilmeden ele alınması pek mümkün olmamıştır.

Sonuçta, devrimciliği ve komünistliği ya özünde yıkıcı ya da yapıcı (kurucu) olarak tanımlayan, böylelikle insanlık tarihinin gidişatına müdahale etmek biçimindeki en radikal pratiği bile daraltarak yavanlaştıran farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır.

Oysa devrimcilik ve komünistlik, tartışmanın tümü boyunca ve her boyutuyla hem yıkıcı hem de yapıcı bir eylemlilik tarzıdır. Burada basitçe “biraradalıktan” ya da ardışıklıktan söz etmiyoruz. Yıkarken kurmak ve kurarken yıkmak; yıkımın kurucu uğrağı, kuruluşun da yıkıcı uğrağı içermesi, devrimciliğin ve komünistliğin en gerçek tanımıdır zira.

Ancak yine de tartışma gerektiren bir şeyler kalıyor geriye. Zaten kör dövüşü içinde gözden kaçan ve bir türlü tartışılamadığı için de çözümden bizi her daim uzaklaştıran konu da bu geriye kalandır.

İşte o geriye kalanı tanımlamak için Sartre’ın başta aktardığımız cümlesini yeniden hatırlamak gerekiyor: “Öznellik, bir cevabın karakteridir”.

Diğer bir deyişle, devrimcilik ve komünistlik, önce yıkıcı mı yoksa yapıcı mı olunduğuyla, ne kadar yıkıcılık ne kadar yapıcılık taşındığıyla değil, içinde bulunulan anın siyasal ihtiyaçlarına verdiğiniz yanıtla ilgilidir.

Yıkıcılık da yapıcılık da o yanıtın içindedir, içerilmiştir.

Eğer bir yanıtınız yoksa, halkın talep ve beklentilerine devrimci bir yanıt üretememişseniz, ne ne kadar yıkıcı ve gözüpek olduğunuzun ne de ne kadar yapıcı ve kurucu olduğunuzun önemi vardır.

***

O halde, bir cehenneme dönüşmüş olan ülkemizde, sol bir muhalefete, eşitlikçi bir halk hareketine öncülük edecek kuvvetlerin öncelikli görevi, anın ihtiyaçlarına yanıt verecek devrimci tavrı geliştirmek ve inşa etmektir.

Bu tavrın nerelerden hareketle geliştirileceği ve neleri öne süreceği, bir başka yazının konusu olmak zorunda.

Ancak şimdilik şunu söylemekte bir sakınca bulunmuyor: Bir diktatörlüğün kuruluşuna tanık olduğumuz Türkiye’de, verilecek tüm devrimci yanıtların yıkıcı tonunun, yıkıcı renginin, yıkıcı cesaretinin baskın olması kaçınılmazdır. Bu yıkıcılık, kurucu eylemi ve söylemi ertelemek için değil, tam da onu gerçek ve harekete geçirici kılmak için elzemdir.

Bir şeyi yıkamayanın, yıkma iradesi ve cesareti gösteremeyenin, yapıcılıktan/kuruculuktan söz açıldığında inandırıcı olması mümkün değildir.

Türkiye’de solun devrimci ve mücadeleci, yıkıcı ve aynı zamanda yapıcı/kurucu bir iradesi, kararlılığı, aklı ve geçmişi, yani ruhu vardır. Mesele, bu ruhu özgürleştirme cesaretini göstermektir.

Çünkü Spinoza’nın dediği gibi, cesaret, ruhun özgürlüğüdür.