Büyük kahramanlara ihtiyacımız var mı?

Edebiyattaki büyük kırılmanın verdiği mesajlar önemlidir.

Özellikle romana bakacak olursak, görebildiğimiz kadarıyla, insan dediğimiz varlığın ya da bireyin ruhsal gelgitlerini, iç derinliklerde esen fırtınaların belirlediği tutum ve davranışları anlatan yapıtlar artık devrini doldurmuştur. Bizde Yakup Kadri’nin (Ankara) bir kahramanına söylettiği gibi, şakuli (dikey) insanların yerini çoktan “ufki” (yatay) insanlar almıştır.

Ancak bu söylenen hiç kuşkusuz edebiyatın da bittiği anlamına gelmiyor. Bugün edebiyat, alacalı bulacalı, çok renkli görünen kaotik ortamlarda, yatay bir eksen boyunca oraya buraya yönelen kahramanları anlatmaktadır. Kimi durumlarda ortamı, kimilerinde bireyleri, kimilerinde de ikisini birden mitleştirerek…

Bunun da edebiyat olduğunu, dolayısıyla iyisinin de kötüsünün de olabileceğini belirterek geçiyoruz.

***

Edebiyat, günümüz dünyasını ve ortamlarını bir yanından tutup çekiştirirken, müesses nizam da kendi bekası adına bu ortamlardan yararlanmasını iyi bilmektedir. Devletin “ideolojik aygıtlarının” bu işteki payı nedir, ne kadardır, burası tartışmalı olmak üzere söylemek istediğimiz şudur: Müesses nizam, giderek daha ürkütücü boyutlar kazanan güvenlik  ve istihbarat gücü (zor) dışında, “onay” adına son derece güçsüz, kof ve eğreti durumdayken, geniş kesimleri, kendi sonunun ancak her bakımdan “süper” kahramanlarla getirilebileceğine inandırmıştır…

Tam anlaşılmayabileceğinin farkında olduğumuzdan tekrar ediyoruz: Günümüzün herhangi bir özelliği ve derinliği olmayan, sıradan denebilecek insanları müesses nizamı kendi başlarına (en azından) sarsabilecekten, böyle bir işin altından ancak kendileri dışında, kendilerinden üstün, sıra dışı, süper kahramanların kalkabileceğine inanmış ya da inandırılmıştır… 

Türkiye’de müesses nizam, Cumhuriyet’in  başından bu yana ilk kez bu duruma düşmüştür. İsterseniz, düzenin en önde gelen liderlerini, politikacılarını düşünün; gözlerinizi medyanın ünlü kanaat “önderlerine”, YÖK’ün rektörlerine ve profesörlerine,  düzenin “aydınlarına”, tarihçilerine, sanatçılarına, en üst mevkilerdeki hukukçularına, bürokratlarına, vb. çevirin. Bu konumların getirdiği asgari de olsa bir bilgi düzeyinin, mesleki derinliğin, ferasetin, liyakatin, kalibrenin, vb. ne kadarını görebiliyorsunuz?

Eğer böyleyse, böyle bir müesses nizama karşı neden hala Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı ya da İbrahim Kaypakkaya’yı arıyoruz ki?

Yukarıdaki son cümle, “inandırılma” durumunun daha geniş kesimlerin yanı sıra “sol kamuoyunu” da kapsadığı şeklinde anlaşılabilir.

Öyle anlaşılmasında sakınca yoktur; zaten onu da kastetmiştik.

***

Edebiyattaki “kırılma” ile başlamıştık…

Edebiyat, derinlikli ve iç fırtınalı karakterlerden aşırı renkli ve kaotik ortamlara geçsin, bu ortamlardaki olayları ve insanları mitleştirsin de…

Ne de olsa edebiyattır.

Ancak, bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde siyaset, özellikle sosyalist siyaset söz konusu olduğunda mitolojik temalardan, süper kahraman arayışlarından, geçmişteki önderlere ve öncülere yönelik saygıyı “Onlar gibisi bir daha gelmeyeceğine göre…” türü karamsarlıklara çevirmekten  özenle kaçınmak gerekiyor.

Daha ne diyelim?

Sedat Peker gibi birinin dut yemiş bülbüle çevirdiği bir müesses nizam karşısında neden olağanüstü insanlara gerek olsun ki?

Bizce bugün sosyalist örgütlerin ve önderliklerin halka dönük çalışmalarında verecekleri en önemli ve yararlı mesaj “Hepiniz bunların hakkından gelecek güce sahipsiniz” olacaktır. Esasen, “ideolojik koşullanmışlık” denilen durumun en azından yarısı özgüven eksikliğinin sonucudur.