Rejimin bugün geldiği nokta ve özellikle son dönemdeki girişimleri hakkında hepsi gerçeği yansıtmak üzere tanımlayıcı/betimleyici pek çok şey söylenebilir. Ne var ki analiz dediğimiz iş, bunu da içerse bile betimlemenin ötesindedir. Analiz diyorsak, betimlenen durumların nedenlerine, bağlantılarına ve muhtemel sonuçlarına eğilmek gerekir.
Bizim “ekolümüz”, gözlemlerin ve betimlemelerin ötesine üç noktaya bakarak geçer: 1) Ülkenin içinde bulunduğu özel durum; 2) Sınıf mücadeleleri kapsamında egemen sınıfın kendi egemenliğini nasıl, hangi yollarla sürdürdüğü ve 3) İlk ikisiyle bağlantılı olmak üzere, geleneksel devlet yapılanmasının süreçlere ilişkin olarak sergilediği refleksler.
Bu yaklaşımın analitik değerine kanıt isteniyorsa, 1920’lerde İtalya’da, 1930’larda ise Almanya’da yükselen faşizm hakkında yapılan değerlendirmelere bakılabilir. Az önce sıralanan üç durumun hepsinin karşılıklarını bu deneyimlerde bulmak mümkündür.
***
Günümüz Türkiye’sine dönersek, bakılması gereken yerlere bir de emperyalist sistemle ilişkileri eklemek gerekir. Böylece, bakılması gereken yer sayısı dörde çıkmış oluyor.
Şimdi, lafı fazla eğip bükmeden söyleyelim: Türkiye’de rejimin bugün geldiği noktada yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları bu dört noktayla ilişkilendirip öyle değerlendirilebilir; ancak, klasik neden-sonuç ilişkisi bağlamında doğrudan bir belirleme/belirlenme ilişkisinden söz etmek mümkün değildir.
Daha açık söylersek, ülkenin içinde bulunduğu durum, sermaye sınıfının ihtiyaçları, geleneksel devlet aklının ürünü olan refleksler ve nihayet emperyalizm, bugünkü AKP iktidarını ya da AKP + MHP rejimini bir zorunluluk olarak dayatıyor değildir; söz konusu belirleyiciler açısından bugünkü rejimin “doğal” ya da “kaçınılmaz” bir sonuç olduğu söylenemez.
Altını özellikle çizelim: Yukarıdaki tespit son dönem ve günümüz için geçerlidir; yoksa AKP’nin 2002 yılındaki yükselişi, iktidara gelişi ve belirli bir dönemi, doğrudan doğruya sözünü ettiğimiz dört belirleyenin sonucudur.
O zaman, sonra ne oldu?
Bugünkü duruma nasıl gelindi?
***
Bizce yukarıdaki soruların yanıtında özellikle dikkate alınması gereken noktalar, ülkedeki sermaye sınıfının ve genel olarak emperyalist sistemin durumudur. Her ikisinin de elbette kırmızı çizgileri vardır; ama dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda bu çizgiler peşinen ortaya konmaktan çok gelişen süreçlere göre yeniden ve yeniden çizilmektedir. Ekonomide birbirini izleyen “yeni normaller” gibi, emperyalizmin ve sermaye sınıfının kırmızı çizgileri de daha oynak ve esnek özellikler kazanmıştır.
Saray rejimi, başka hiçbir şey bilmiyorsa bile bu durumu iyi bilmektedir; önünde, oynayabileceği ve manevra yapabileceği genişçe bir alan olduğunun, ileriye çizilen kırmızı çizgilere uyması halinde geriye çekilen çizgilerin kendisine sürekli yeni fırsatlar yaratacağının farkındadır.
Hepsini tepe tepe kullanma niyetindedir.
Kırmızı çizgiler bir tür bağışıklık sistemi olarak görülürse, kendisi de bir tür oportünist enfeksiyon gibidir…
Peki, bu işin bir sonu, kesin sınırları yok mudur?
Yanıtımız net olacak: Eğer bakılan yer ülkedeki sermaye sınıfı ve emperyalist sistem ise, yoktur; sınır çizmenin ötesinde rejimi devreden çıkarabilecek tek etken, halkın direnişi, “yetti artık” duygusunun duygudan fiile geçirilmesi olacaktır.
Öbür türlü, emperyalizmin ve ülkedeki büyük sermaye çevrelerinin “Tayyip’in üstünü çizdikleri” gibi eski teranelerle avunup dururuz.
***
Dikkatli okur, başta sıralanan maddelerden “geleneksel devlet refleksinin” es geçildiğini düşünebilir.
Aslında, çoğu durumda alttan alta yürüse bile rejimin ciddi itişip kakışma alanlarından biri sayılması gerekir. Ancak burada, AKP iktidarını önceleyen, kimi çevrelerin “vesayet” dedikleri kadim bir gelenekten ve onun reflekslerinden söz etmediğimizi hemen belirtelim. Bu gelenek ve refleksleri, giderek emekli amirallerin, diplomatların ve bürokratların tepkilerinden oluşan sınırlı bir alana doğru itilmekte, geriletilmektedir.
Üstelik “uzlaşma” ve “mutabakat” kapıları açık olmak üzere…
Bir dönem “tarihsel blok” temsilcisi sayılabilecek AKP iktidarı bu özelliğini yitirip salt “iktidar bloku” konumuna geldikten sonra bunun telafisini devlete yüklenmekte, orayı dikensiz gül bahçesine çevirmekte ve fiilen bir “parti devleti” kurmakta aramıştır.
Ancak, geleneksel devlet refleksi marjinalleştiği ölçüde devlet yapılanması bu kez iktidar bloku içindeki irili ufaklı çıkar çevreleri, her biri sermayeyle ilişkili odaklar arasındaki it dalaşına sahne olmaktadır.
Rejimi tek başına bu götürmez kuşkusuz; ama etkili bir halk tepkisi ve direnişiyle eşleştiğinde ciddi patlamalara yol açacak bir etken olacağı kesin gibidir.