Son dönemde daha sık duyar olduk:
“Aslında bu ülkede burjuvazi falan yok kardeşim…”
Bir zamanlar “biz bu kafayla adam olamayız” ya da “daha dikiş iğnesi bile üretemiyoruz” gibi hayıflanmalar olurdu. Bunu da öyle mi sayalım yoksa biraz daha deşelim mi?
İkincisini deneyelim.
Özellikle Avrupa’ya ilişkin tarih okumaları, akla, bilime, kültür ve sanata değer veren, bu alanlarda öne çıkan kişileri destekleyen, “rafine” bir sınıfın doğuşuna ve gelişimine işaret eder. Pek abartı yoktur; Avrupa’da burjuva sınıfının ortaya çıkıp gelişmesine gerçekten bu özellikler eşlik etmiştir. Burjuva sınıfı, bir dönem için, ortaçağın karanlık ve boğucu yaşamına, dinsel dogmalarına karşı “tüm insanlık adına” özgürleşmenin ve kurtuluşun bayrağını hiç olmazsa bir ucundan tutabilmiştir.
Ne var ki burjuvazinin bir sınıf olarak egemenliğini kurup tahkim etmesiyle kendi “görünürlüğü” ve “rafineliği” arasında hep bir ters orantı olagelmiştir. Başka bir deyişle, burjuva düzenin yerleşmesinde ve tahkiminde ne kadar ileri gidilmişse bu sınıf o ölçüde nispeten “görünmez” hale gelmiş (“adlandırılmak istemeyen sınıf”); bir dönemki “inceliğinden” (akıl, bilim, sanat, kültür vb.) o kadar uzaklaşmıştır.
Bir ipucu: 19. yüzyılda Marx ve Engels, 20. yüzyıl başlarında ise Lenin burjuvaziden nasıl, hangi yönleriyle söz etmiştir? Arada dikkat çeken bir farklılık var mıdır?
“Klasikler” şöyle bir gözden geçirildiğinde görülen şudur: Marx ve Engels’te burjuvaziye ilişkin değerlendirmeler ağırlıklı olarak bu sınıfın “tarihsel gelişimi” ve “kendi içindeki bölümlenmeler” bağlamına yerleşmektedir ve nispeten daha fazla yer tutmaktadır. Buna karşılık Lenin’deki değerlendirmeler daha sınırlıdır ve genellikle şu bağlamlardadır: “(burjuvazinin) işçi sınıfına karşı mücadele yöntemleri” ve “(burjuvazinin) işçi sınıfı içindeki ajanları…”
İlk noktada (Marx-Engels); sınıfa ilişkin tarihsel ve ontolojik göndermeleri, ayrıca toplumdaki tüm sınıfların kendi iç bölmeleriyle birlikte yer aldıkları sınıf mücadelelerini görürüz. Buradan gelinen ikinci noktada (Lenin) ise iki sınıf arasındaki somut, gündelik mücadele daha ön plandadır.
***
Bu ülkede burjuvazi var mı?
Eğer “vardır” demek için burjuvazinin kendi temel sınıf çıkarlarıyla doğrudan ilgili meselelerin dışında siyasal rejime, devletin yapılanmasına, ideolojik oluşumlara, dış politikaya, eğitime, bilime, sanata, kültüre, gündelik yaşama, kısacası akla gelebilecek her alana ilişkin her zaman ilk olmasa bile son sözü söylemesi bekleniyorsa daha çok beklenir…
Bakın, “olur da bizde olmaz” ya da “aslında böyle olması gerekir, ama nerdeeee …” falan demiyoruz; hemen yukarıda özetlenen tablonun tamamen saçma olduğunu, tarihin hiçbir döneminde ve dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir “burjuva egemenliğinin” olmadığını söylüyoruz.
Burjuvazinin örneğin istihdam, asgari ücret, grev yasası, sosyal güvenlik, emeklilik, döviz kuru, ithalat/ihracat rejimi, teşvikler ve benzer alanlarda (büyük ölçülerde) tadını çıkarabildiği belirleyiciliğin başka alanlarda da aynen geçerli olduğunu (ya da olması gerektiğini) söylemek, sınıf egemenliği ve bu egemenliğin nasıl sürdürüldüğü gibi konularda zırcahil olmak demektir.
***
Neyse, belki de biz yanılıyoruzdur ve durumun gerçekten öbür türlü olması gerekmektedir.
Eğer böyleyse bekleyeceğiz. Ta ki medyada şu tür başlıklar okuyuncaya kadar:
“(Burjuvaziden) iktidarın eğitim alanındaki dincileştirme girişimlerine tokat gibi yanıt…”
“(Burjuvazi) sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını açıkladı…”
“(Burjuvaziden) HES’ler ve çevre talanı konusunda hukuk dersi…”
“(Burjuvaziden) Orta Doğu politikalarına kırmızı kart…”
“Genç (burjuvalar) rahatsız…”
Gerisini siz getirin…