Bu defterler artık kapansın

AKP denilen siyasal oluşumun tıynetini yeterince görememiş olanlar, 31 Mart’tan bu yana geçen iki üç hafta içinde herhalde daha net görmüşlerdir. Gerçekten, kelime, sıfat, tanım bulmakta zorlanıyoruz, ne desek az geliyor.

Bu parti budur.

Reisi falan da değil, partinin kendisi budur; partinin ötesinde, adını böyle koyacaksak, “Siyasal İslam” budur. Siyaset anlayışı ve felsefesi; demokrasiye, farklılıklara, rakiplerine, vb. yaklaşımı son 15-20 gün içinde ortaya çıktığı gibidir. 2002 yılından başlayarak iz sürersek, değişen ve başkalaşan bir AKP yoktur; değişmeye yüz tutan seçmen tercihi vardır, o kadar.

Böyleyse, kimi defterlerin de artık kapatılması gerekmektedir.

***

Ne gibi defterler?

Örneğin, dinin “özünde” ya da kimi dincilerin zamanında söylediklerinde keramet arayıp bunları günümüze uyarlama gibi saçmalıklardan vaz geçilmeli, bu defter kapatılmalıdır. Başka dinler ne kadar “barış ve hoşgörü dini” ise İslamiyet de o kadar öyledir (zaten pek çok dinci-gerici “hoşgörü” sözcüğünden sadece “tahammülü” anlamaktadır). Bugün tutup “Medine Vesikasından” ya da Said Nursi’nin zamanında söylediklerinden demokrasi adına bir şeyler çıkarmaya çalışanları artık kimse ciddiye almamalıdır.

Bu işin Kürt siyasetindeki meraklıları dâhil…

İdris Küçükömer’in “düzenin yabancılaşması” tezi (1969); “tarihsel bir yanılgıyı düzeltme” adına 1974’te CHP-MSP koalisyonuyla siyasete tahvil açısından test edilmiş, baştan aşağı fos çıkmıştır. Sonra Türkiye 2002 yılından başlamak üzere 17 yıl aslında “solcu” sayılması önerilen “İslamcı-doğucu halk cephesi” tarafından yönetilmiştir ve sonuç ortadadır.

İsteyen, akademide bunlar üzerine düşünsün, çalışsın, araştırsın; ama kimse bu tezlerin karşılığını siyaset alanında arayıp bir de sola vaaz vererek insanın asabını bozmasın…

Örneğin, bir ilimizde Ramazan’da oruç yediği için saldırıya uğrayan birinin canını kurtarmak için Erzurum Hancılar, Besiciler ve Sütçüler Odası’na değil de bulabildiği bir Orduevi’ne sığınacağı kesin iken bu kişi kimsenin önüne “beyaz Türk”, “asker vesayeti”, “mağduriyet”, “empati”, “ötekileştirme” vb. nameleriyle çıkmasın.

Çıkacaksa tez jürisi önüne çıksın, başkalarını rahat bıraksın.  

***

Okur, “söyledi, içini döktü, rahatladı” diye düşünebilir; gerçi o da var, ama önemli olduğunu düşündüğümüz kimi çıkarımlarla birlikte…

Birincisi: Türkiye’de milliyetçilikle ve şovenizmle geçişkenlik taşımayan, hatta bunlarla her durumda yeniden belirlenmeyen bir Siyasal İslam olamaz. “Olsaydı ne iyi olurdu” ya da “daha az zararlı olurdu” türü tefekkür beyhudedir. Günümüz kapitalizminin gerekleriyle bağlantısız bir İslam nasıl mümkün değilse, milliyetçiliğe ve şovenizme gitmeyen bir Siyasal İslam da mümkün değildir.    

İkincisi: Din antropologları ne der bilemeyiz; ama “halk İslam’ı” denilen olgunun varlığını kabul etsek bile bunun hiçbir zaman kendi haline bırakılmayacağını da kabul etmek gerekir. En tepedeki büyük holdinglerden onların yerel ayaklarına, geleneksel ya da türedi sermaye kesimlerine uzanan bir ağ, kendi katı ideolojisiyle bir tür “İslam aristokrasisi” olarak halk İslam’ına deyim yerindeyse mutlaka “sarkacak”, ona kendi şeklini verecektir.

Üçüncüsü: Solcular, sosyalistler aydınlanmacıdır. Ama günümüz Türkiye’sinde “dinci gericilik” denilen olguya karşı kendi alanında ayrı bir “aydınlanma mücadelesi” ya da “aydınlanma hareketi” olamaz. Sosyalizmin kendi kapitalizm-düzen eleştirisi vardır; geniş kesimlerin önüne bu eleştirinin öğeleriyle, mesajlarıyla, söylemleriyle, çağrılarıyla çıkılır ve aydınlanmanın kendisi de bunlara içerilmek durumundadır.     

Umarız hepsi anlaşılmıştır.