Bize tuzak mı kuruluyor?

Hep söyledik, bir kez daha söyleyelim: Ülkede sosyalist hareketin gücü ve etkisi belirli bir eşiğin altındayken bile “birilerinin” sabah akşam sosyalizmin önünü nasıl keseriz diye düşündüklerine, buna yönelik birtakım tuzaklar kurduklarına inanmak pek sağlıklı bir ruh hali değildir…

Hemen itiraz etmeyin, açmaya çalışacağız.

Önce, yukarıda geçen “birileri” kim ola ki?

Sermaye sınıfı, devlet ve düzenin siyasal partilerinin oluşturduğu bir üçlü diyebiliriz. Teorik planda, bu üçlünün aslında tek bir blok oluşturduğu söylenebilir; ancak, siyasal pratikteki yekpareliği ya da tersine iç çözülmesi, sınıflar mücadelesinin seyrine ve karşılıklı güç dengelerine bağlıdır.

Neyse, konunun bu tarafını fazla uzatmadan sonuca gelelim: Türkiye’de sınıflar mücadelesinin ve sosyalist hareketin bugünkü durumunda, bu üçlünün yekpare bir blok halinde “sosyalizmin önünü kesmeye” yönelik tuzaklara odaklandığı düşüncesini sağlıklı bulmuyoruz.

“Sen onları bilmezsin…” diyeceklere: Sizin kadar yakından tanıyıp bilmiyor olmamız mümkündür…

“Biz de böyle avunup avutuyoruz işte; neticede ne kadar önemli olduğumuza ilişkin bir özgüven de sağlıyor…” diyeceklere: Yorum yok…

***

Peki, hiç mi olmaz, hiç mi yapmazlar?

Mustafa Suphilerin katli, 12 Mart, 12 Eylül gibi doğrudan baskı ve yok etme girişimleri dışında dolambaçlı yollardan ve oyunlardan söz ettiğimiz herhalde açıktır. O zaman söyleyelim: Olur ve yapmışlardır…

Örneğin, malum üçlü o zamanlar henüz tam teşekkül etmemiş olsa bile Mustafa Kemal’in 1920 yılında kurdurduğu “resmi” Komünist Fırkası, ardından İsmet İnönü’nün 1960’lardaki “ortanın solu” açılımı bu kategoride değerlendirilebilir. Her ikisinde de sosyalizmin önünü kesmeye, kuşatmaya ve mecrasından saptırmaya yönelik bilinçli ve “yukarıdan” tercihler söz konusudur. İkincisinde (ortanın solu) sermaye sınıfı-devlet-siyasal parti üçlüsünün tam anlamda bir blok olarak hareket ettiği söylenemese bile durum böyledir.

İki örnekte de “ilginç” denebilecek ortak nokta, mevcut bir “dış faktörün” önemi ve etkisidir. İlkinde 1917 Devrimi ile çehresi değişen Rusya, ikincisinde ise dünya sosyalist sistemi, “ince oyunlara” başvurulmasında en az ülkedeki gerçek sosyalist birikim kadar etkili olmuştur.

***

Kanımızca bu konuda kafaları karıştıran asıl nokta, bir toplumda, bizim anladığımız anlamda sosyalizme uzak düşen; bizim sahip olduğumuz temellerden, perspektiften vb. habersiz, ama “sola yakın” tepki, arayış ve hareketlerin kendi nesnelliğinin olabileceğini görmemektir.   

Örnek mi?

1960’lar ve “ortanın solu” demiş, bunu başka bir kategoriye koymuştuk; 1970’ler ve “Ecevit dalgası” ise en başta az önce sözünü ettiğimiz nesnellik bağlamında değerlendirilmelidir. Bu dalga, sürükleyici kadrolarıyla, bundan da önemlisi kitle/seçmen tabanıyla yukarıdan kotarılan birtakım ince oyunlardan önce, ülkedeki sol arayış/yöneliş nesnelliği üzerinden yükselmiştir.  

Sosyalistler, kendi birikim, donanım ve müktesebatlarının karşılığını, o haliyle, herhangi bir tarihsel uğraktaki kitlesel yönelimlerde bulamazlar.   Bulurlar, bulmalıdırlar diyenler varsa, en iyisi şu öncülük ve dışardan bilinç gibi kavramlardan vazgeçmeleridir.    

***

Belirli bir nesnelliğe oturan ve onu yansıtan sol arayışların verili uğrakta ya da daha sonra kimler tarafından nasıl manipüle edileceği/edilebileceği ise ayrı bir başlıktır.

Buradan güncele gelecek olursak:

Türkiye’de ekonomik çöküntüyle eşleşmiş derin bir krizin ortaya çıkması durumunda, üçlünün yekpare bir blok olarak mı kalacağı yoksa kendi iç çözülmelerini mi yaşayacağı… Sonra, her iki durum için de geçerli olmak üzere, çıkar yolun “ehlileştirilmiş” bir solla mı yoksa tüm solun üzerine yürüyerek mi aranacağı, bugünden enine boyuna düşünülmesi gereken başlıklardır.   

En iyisi bu başlıklar üzerinde durmak ve gerekeni neyse onu yapmaktır.

İşi gücü her yerde sosyalizme kurulmuş tuzak aramak olanlara ise söylenecek tek söz vardır:

“Ne kendi etti rahat ne âlem buldu huzur, yıkılıp gitti cihandan dayansın ehli kubur…”