Bize daha kaç Haziran lazım?

Başlığın yadırgatıcı olduğunun farkındayım. Bu yazı boyunca işaret edilecek iki Haziran’ın, yani 31 Mayıs 2013’te başlayan görkemli Haziran Direnişi ile 7 Haziran 2015 seçiminin bambaşka uğraklar olduğunu da söylememe gerek yok.

Yine de yadırgatıcı olmasını tercih ettiğim için böyle kullanıyorum. Çünkü ortada gerçekten de yadırgamamız gereken, kabullenmekten, normalleştirmekten uzak durmamız gereken bir durum var.

O durum ise şu: Türkiye’de 2013 Haziran Direnişi sırasında 20 milyon civarında insan sokakları ve meydanları zapt etti. Dillerinde ve dövizlerinde söylenenler neredeyse tümüyle sosyalist hareketin müktesebatıyla uyumlu taleplerdi. Deyim yerindeyse, sosyalist hareketin yıllardır arayıp da bulamadığı fırsat bir anda önüne düşmüş, kitleselleşmek ve toplumsallaşmak için muazzam bir imkan ortaya çıkmıştı.

2015 Haziran’ına ise AKP’nin suç dosyasının artık üzeri örtülemeyecek denli kabardığı, toplumsal meşruiyetinin daraldığı, geniş kesimlerdeki muhalefet potansiyelinin yükseldiği, Erdoğan’ın başkanlık arzusunun sistemi tıkamaya başladığı koşullarda geldik. Bu açıdan bakınca, 7 Haziran seçimine gelen süreç, sosyalist hareketin etkili çıkışlar yapabileceği, arkasına geniş halk kesimlerinin desteğini alabileceği, giderek seçim sürecini Türkiye’nin siyasal dengelerine gerçek bir müdahale için kullanabileceği bir atmosfer sunuyordu.

Bu koşulların hakkının verildiğini söylemek mümkün görünmüyor.

Sosyalist hareket, son derece etkili siyaset yapabileceği, hızlı bir biçimde büyüyebileceği, geniş bir toplumsallığın temsiliyetini kazanabileceği iki tarihsel uğraktan çıkarken sıralanan imkanları kullanamadı.

Fırsatlar heba edildi ya da çar çur oldu demek istemiyorum. Bu durumun nesnel gerekçeleri olduğunu da biliyorum. Ama geldiğimiz noktada karşı karşıya olduğumuz sonuç değişmiyor.

Türkiye’de sosyalist hareket, iki Haziran’dan da başarısız çıkmıştır.

“İlkelerini korumak”, “sosyalizmi sahipsiz bırakmamak”, “sözünü söylemek” gibi 35 yıldır sürdürdüğümüz ve açıkçası yapacak başka da şeylerin olmadığı koşullarda hiç de yabana atılmayacak faydalar sunan pratik tarzını başarı olarak kabul edeceksek, elbette, içinden geçtiğimiz iki yıllık süreçten de başarılı çıktığımızı kabul edebiliriz.

Ama gerçekten siyaset yapan, toplumsallaşmış ve etkin bir sosyalist mücadeleyse hedeflediğimiz, bir başarısızlıkla karşı karşıya olduğumuzu kabul ederek işe başlamalıyız. Kendimizi kırbaçlamak ya da teslim olmak için değil, bir dahaki uğrakta aynı başarısızlığa mahkum olmamak için yapmalıyız bunu.

Tabi kaçırılan her fırsattan sonra başarıya ulaşmanın daha da yoruculaştığını, daha fazla emek ve çaba harcanması gerektiğini, dolayısıyla arkada bıraktığımız iki Haziran’a kıyasla vaktimizin daraldığını unutmadan.

Yani hem enseyi karartmadan hem de kolaycılığa kapılmadan.

Şimdi Türkiye’nin önünde yeni bir dönem açılıyor. Bu dönemin göreli de olsa bir istikrar getirmeyeceği, en azından yakın vadede taşların yerli yerine oturduğu bir sükunet beklentisinin gerçekçi olmadığı açık.

Zayıflamış, gerilemiş bir Erdoğan ve AKP iktidarı, kaybettiklerini geri almak için çok çeşitli tuzaklar ve kumpaslar geliştirmeye, bunu yaparken de ülkenin mevcut dengeleriyle aşırı biçimde oynamaya yönelebilir. Bunun mevcut krizi çözmek yerine, daha da şiddetlendireceğini görmek için ise kahin olmaya gerek yok.

CHP ve MHP gibi düzenin geleneksel muhalefet partilerinin ise başlı başına sınıfsal bir dilemma yaşadıkları söylenebilir. Her iki parti de, burjuvazinin “uzlaşı koalisyonu” çağrılarına boyun eğmekle, tabanlarının AKP karşıtlığına yanıt vermek arasında sancı çekmektedir. Çünkü bir yandan düzenin bekası için AKP ile koalisyon ihtimaline yönelmeleri gerektiğini, öte yandan da AKP’ye yanaşanın güç kaybedeceğini bilmektedirler.

HDP açısından ise, meclis temsiliyeti avantaj olduğu kadar dezavantaj da getirmektedir. Daha açık bir deyişle, siyasal dengelerin son derece kırılgan olduğu bir dönemde, tabanının “hareket” ve “sokak” beklentisi, meclisteki varlığının “temkinliliği” ile çelişecek olan HDP, aynı zamanda AKP devletinin provokasyonları ile baş etmek, bunu yaparken de kendisini meclis dışına düşürecek bir stratejiden uzak durmayı becermek zorunda.

Bu tür ihtimaller daha da çoğaltılabilir elbette. Ancak tüm ihtimaller tek bir sonuca işaret ediyormuş gibi görünüyor.

Türkiye’nin önümüzdeki döneminde yukarıdaki ihtimaller gerçekleşirse, meclis muhalefeti ağırlığını ve önceliğini sokağa devredecektir. Ve meclis muhalefetini sokağın belirlenimine sokmayan, Türkiye’de muazzam bir enerji biriktirmiş AKP karşıtı dinamiği “uysallaştırmaya” yeltenen, yani AKP’yi yalnız bırakmayan her hareket sokağa çıkamaz hale gelecektir.

Kim bilir, belki de her iki Haziran’dan da başarısız çıkmış olan sosyalist hareketin tek şansı, sokağa devrolacak siyasette etkin bir yer tutabilme olasılığıdır.

Velhasıl, Türkiye sosyalist hareketi, yeni Haziran’lara, etkili siyaset yapabileceği ve toplumsallaşabileceği, büyüyüp temsiliyet elde edebileceği yeni uğraklara hazırlıklı olmalıdır. Ancak bu defa daha büyük bir sorumlulukla.

Evet, çok sevdiğimiz o dizede dendiği gibi, bizim bir Haziran’ımız bir yıl kadar yetecektir belki de.

Bir ömür yetmeyeceği ise şimdiden belli olmuştur.