Ne zaman toparlanmaya başlasak ve gerçek göze görünür hale gelse, iktidar elindeki tozu gözümüze püskürtüyor ve gözlerimizi kaşıdıkça daha çok batıyor, battıkça gözümüze inen kanla, yeniden toparlanmaya, yeniden gerçeği görünür hale getirmeye çalışıyoruz. Derken, ayağımıza takılan çelme ile yuvarlanıyoruz ve çelmeyi takan hızla yanımıza koşup “nasılsın ?” diyor. Yüzü tanıdık ve çelmeyi takmış olmasına değil, “nasılsın?” sorusuna tutunup, “ne kadar iyi bir insan” diyerek, kanayan dizimizle yerden kalkıp teşekkür ediyoruz. İyi niyetliyiz, niyetimizden vuruluyoruz. Arkamızı dönüp, yeniden yürümeye başlıyoruz. Topallayışımız zayıflık sayılmasın diye, acıyı içimize atıp dikleniyoruz, derken sırtımızda bir sızı, bıçak sızısı. Kim salladı sırtımıza bilmiyoruz ama kan kaybediyoruz. Gerçek bulanıklaşıyor, yalan genişliyor, yüzler belirsizleşiyor ve düştüğümüz yerde, tepemizde birikenlerin “inanılır gibi değil”, “nasıl olabilir”, “hay Allah” “Hiç böyle bir şey olabilir mi?” diyen seslerini duyuyoruz. Sesler tanıdık. Tozu gözümüze püskürten de, çelmeyi takan da, bıçağı arkadan sallayan da tek ses olmuş üstümüze sarkıyor. Dilleri tek dil, elleri tek el oluyor ve boğazımıza doğru uzanan o el, boynumuza yapışıp, “çırpınma, bırak kendini” diyor.
Evet, bu bir kâbus ve her gün aynı kâbusa uyanarak kalkıyoruz güne.
Dört bir yandan etrafımızı çeviren vasatlığa, sinsiliğe, düzenbazlığa direnmek kolay iş değil elbette. Dilimize, elimize, sözümüze uzatılan tüm kelepçelere karşı itirazı yükseltmek de öyle.
“Ama dünya dönüyor” diyen bir inat var ve bu inat, her şeye rağmen yalansız yaşamanın, kimseye yanlamadan var olmanın, aynaya bakarken başkasını görmemenin iç huzuruyla, tüm garabetlere karşı ayak diriyor.
Kimi zaman “vazgeçmeyeceğiz” diyen bir kadın, kimi zaman “üniversitemizde kayyum istemiyoruz” diyen bir öğrenci, “hak verilmez alınır” diyen bir işçi, “cesaret bulaşıcıdır” diyen rehin bir siyasetçi, “barış olsun, çocuklar ölmesin” diyen bir anne, kimi zaman “kardeşimsin Hrant” diyen bir arkadaş, adaletin peşini bırakmayan bir avukat, “çocuklarımızın akıbetini açıklayın” diyen bir kayıp yakını, “alışın hiçbir yere gitmiyoruz” diyen LGBTİ+ olarak yolu açıyor.
Doğayı savunurken de bulursunuz o inadı, kirletilen denizin, kurutulan ırmağın dili olup, konuşurken de. Kesilen ağacın acısını yansıtan da odur, bir çocuğun konuşamayan sesi de.
Bir başkası olmadan, zulmedenle benzeşmeden yaşanabileceğini bilmenin ve eyvallahsız olabilmenin gücü, dünyanın en büyük erdemidir ve bu erdemi var eden inadın parçası olmak, onu taşımak, buluşturmak, hayatı tüm canlılara yeniden kazandırmanın en meşru yoludur.
Demem o ki;
Kendi göbek bağımızı kendimiz kesmedikçe, inada takılan o çelmenin, göze püskürtülen tozun, sırta sallanan bıçağın kurbanı olmaya devam edeceğiz.
Bilerek ve sıkıştırıldığımız mecburiyetlere kanarak, hayatımıza sokulan yalanları yaşamak zorunda değiliz. Kanmaya gönüllü kılındığımız her yalan, masumiyetin katlidir çünkü. Kendimize ve inandıklarımıza sırtımızı dönüp, dayatılan mecburiyetlere “başka şansın yok”, “tıpış tıpış“ diyerek çağırdıkları kişiliksizliğe, kimliksizliğe “hayır” diyen sesi büyüttükçe kazanacağız.
Bugünü değil belki ama yarını kazanmak böyle mümkün sadece.
İrademize çöreklenen ve üzerinde yükselen tüm kötülüklere karşı, inatla kuracağımız bir sözümüz olduğunda ve sözlerimiz birbiriyle buluştuğunda, “ben de varım” diyenler çoğaldığında, kimse ama hiç kimse yok sayamayacak sesimizi. Gözlerimize püskürtülen tozu savuracak, çelme takmak için uzatılan ayağın üzerinden atlayacak ve sırtımıza savrulan bıçağı önceden fark edip, etkisiz kılacağız.
Böyle kazanacağız hayatı. Çoğalarak yani.