Bir veda yazısı...
İşte bir ayağını 90’ların zorlu koşullarına ama diğer ayağını Gezi Direnişi'ne atmayı başarabilmiş benim kuşağımdan kimi insanların şansı, Metin Çulhaoğlu’nu tanıma ve onunla beraber mücadele etme imkanına da erişebilmiş olmasıdır.
Bir gün böyle bir yazı yazmaya kendimi mecbur hissedeceğimi hiç düşünmemiştim. Metin ağabeyimizi, sevgili Metin Çulhaoğlu’yu kaybettik, yasımız çok taze, yazmak çok zor. Ama biliyorum ki yazılmalı, kaydı düşülmeli. Söz uçabilir, duygular şiddetini yitirebilir, iç ses hayatın keşmekeşinde boğulabilir. Yazı başkadır ve yazmaya mecburum.
Benim veda yazım, mensubu olduğum kuşağın hikayesinde düğümleniyor en çok, oradan başlayacağım. Aslında biraz daha spesifik bir odağı işaret etmek istiyorum. 90’lı yılların ikinci yarısında üniversitede okuyanların, sosyalizmin pek de cazip olmadığı o yıllarda “sosyalizmi” arayanların hikayesi diyelim.
Evet, o yıllarda sosyalistlik, devrimcilik pek de çekici şeyler değildi. “Manisalı gençler” davasında olduğu gibi mahkeme salonlarında gencecik insanların işkencecilerini anlatırken bayıldığı yıllardı örneğin. İç savaşın insanlık sınırlarını tümden ihlal eden türlü örnekleri, cezaevlerinde ölümler, Susurluk’la açıkça kendini ele veren kontrgerilla faaliyetleri, her cümlesine “Komünizm öldü”, “Berlin Duvarı yıkıldı” diye başlayan burjuva kalemşorlar, çocuklarını “sağ-sol kavgasına” karşı sıkı sıkı tembihleyen aileler…
Soluduğumuz hava buydu. Elbette başka şeyler de vardı. YÖK protestoları, okuma kulüpleri, yeni sosyalist partiler, köprü altlarında karşınıza çıkan yazılamalar, afişler, 80 öncesinin destansı anlatıları vs.
Kısacası bu koşullarda bir biçimde sosyalizm seçeneğini bulabilmiş olmak büyük bir şanstı.
Üniversite yıllarımda yakın iki arkadaşımla (biz üç kişiydik) işte tam da böyle bir şansla karşı karşıya gelmiştik. Sosyalizmi keşfediyorduk. Büyülenmemek, kapılmamak mümkün değildi. Okuyorduk, eylemlere gidiyorduk.
Neyse ki şans bizi bırakmadı. Bir gün Dost Kitabevi'nin raflarında Sosyalist Politika dergisiyle karşılaştık. Metin Çulhaoğlu hayatımıza böyle girdi. Berrak bir akıl, muhakeme ve derinlik vardı yazısında. Çulhaoğlu’nun sosyalist hareket içindeki çizgisi, yeri hakkında belirgin bir fikrimiz olmasa da “iyi bir yazar” olduğunu düşünmüştük. Naifçe ama samimi bir fikirdi, merakımız uyanmıştı. Nitekim bir süre sonra derginin iç kapağında yazan adrese giderek, “Biz Metin Çulhaoğlu ile tanışmak istiyoruz” dedik.
Yoldaşlık, hocalık, ağabeylik, dostluk… Metin Çulhaoğlu ile ilişkimiz artık buydu.
Özetlemek çok zor ama yukarıda bahsettiğim “şansı” biraz daha açmam gerekiyor.
Bulduğumuz özel bir ayrım noktasıydı, “çok çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi” de denilebilir. Zira 90’lar sonunda sosyalizmi seçmek ne kadar zor ise onun içindeki kamplaşmalarda doğruyu seçmek de o kadar zordu. Bir tarafta 80’lerin likidasyon dalgasının içinde yeşeren türlü liberal fikirlerin “yeni bir sosyalizm” olarak sunulması vardı; diğer tarafta yine türlü kılıklarda örgüt fetişizmlerinin Marksist ortodoksluğa da rahmet okutan seçenekleri.
Metin Çulhaoğlu’nun siyasal, ideolojik, kuramsal müdahalesi özellikle bu iki ana hattı hedef almaktaydı. Onun “Marksizm muhafızlığı” da “özgül bağlamlı devrim kuramı” da burada gelişti. Onun başta Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu’yla geliştirdiği yanıt tüm kuramsal zenginliği ile politik bir yanıt oldu. Bu uğurda, -kendisinin de her zaman yakındığı şey Türkiye sosyalist hareketinin “kurama ilgisizliği” olsa da- büyük bir titizlikle yöntem tartışması yaptı, Batı marksizminin sorun ve olanaklarını soruşturdu, Marksizmin klasik kavramlarını yeni bağlamlara uyarladı, “yerli” ve özgül olanı aradı.
Sayısız makale, polemik yazısı, toplantılar, eğitimler, arayışlar, risk almalar, yürümek için sağa ve sola adım atmalar kuşkusuz…
Bugün baktığımızda yukarıda bahsettiğim iki ana hattın bir döneme özgü yanları bulunduğunu düşünebiliriz. Yine de bu iki ana hat bugün de mevcut dünya-tarihsel kulvarın semptomları olmayı sürdürüyor. Bu bakımdan Çulhaoğlu’nun müdahalesi, onun dev eseri güncelliğini koruyor. Adıyla “devrimci Marksizm” önemini koruyor.
İşte bir ayağını 90’ların zorlu koşullarına ama diğer ayağını Gezi Direnişi'ne atmayı başarabilmiş benim kuşağımdan kimi insanların şansı, Metin Çulhaoğlu’nu tanıma ve onunla beraber mücadele etme imkanına da erişebilmiş olmasıdır.
Bu veda yazısına biraz kişisel bir not daha eklemem gerekiyor…
Metin Çulhaoğlu çok zengin bir miras bıraktı arkasında elbette. Kitaplarını, makalelerini, köşe yazılarını, röportajlarını okuyanlar çok çeşitli konularda yazdığını bilir. Yine de Çulhaoğlu “toplumsal cinsiyet”, “kadın sorunu” denilen alana çok sınırlı ölçüde değinmiştir, satır aralarında vardır bu konular en çok. Hele ki de sohbetlerde bu konulardaki nüktedanlığını bilenler onu “cinsiyet körü” ya da kolayca “eril” ve hatta “cinsiyetçi” olarak anabilirler.
Ben tam tersini düşünüyorum. Evet Çulhaoğlu bu konulara neredeyse hiç girmemiştir. Belki de “öznesi değilsin” denileceği bir alana girmemeyi ve yine de girmediği alanlar için “cinsiyet körü” addedilmeyi tercih etmişti. Yine de onun Marksizm yorumu, yöntemsel incelikleri, Marksizm dışı kaynaklara özgüvenle yaklaşabilme becerisi, “sapma hezeyanlarına” karşı alaycılığı, bu konularda uğraşan benim gibi yoldaşları için her zaman vazgeçilmez kaynak olmuştur. Kısacası o bu konularda neredeyse hiçbir şey söylememiş ama pek çok şeyde izini bırakmıştır.
Sonsuz teşekkürler Metin ağabey iyi ki yoldaş olmuşuz.
Seni çok seviyoruz…