Bir siyaset tarzı üzerine

Türkiye’deki mevcut rejimin siyaset tarzı konusunda bir genelleme yapabilecek durumdayız. Bu tarzdan bir “model” ya da “örüntü” çıkarılabileceğini sanıyoruz.

Tarzın adını, nihai hedefe, uzun dönemli strateji, plan ve taktiklere (bunlar olduğu kadarıyla) her durumda baskın çıkan bir pragmatizm olarak koyabiliriz. Saray’da her gün yeni dengelerle, gündemdeki iç ve dış değişkenlerin son durumuyla, taze istihbarat girdileriyle başlamakta, sonra bunların hepsinden hareketle en fazla haftalık yol haritaları çıkarılmaktadır.

Sorulacaktır: Faşizm denmedi mi, neo-faşizm denmedi mi, bunların kurumsallaşmasından söz edilmedi mi?

Evet, hepsi denmiştir ve doğrudur. Ancak, dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Çeşitli adlar konabilen bugünkü gidişat, uzun vadeli ve dört başı mamur bir planın güncele yansımasından çok güncelin kendisinin işaret ettiği yöndür. Başka bir deyişle Saray, yaptıklarını bir plan çerçevesinde belirli bir nihai hedefe mutlaka varma adına değil, güncel olandan kendini sağlamlaştıracak azami yararı sağlamak için yapmaktadır.

O zaman, “faşizmin kurumsallaşması” dediğimiz güncel süreç, bir gelecek vizyonunun bugüne yansımasından çok fiilen olan, gerçekleşen, ortaya çıkan bir durumdur.

***

Durum böyleyse, Saray rejimine karşı olanların güncel gelişmelerden hareketle “işte şimdi yakaladık” heyecanına kapılmamaları yerinde olacaktır. Papaz Brunson için önce şunun sonra bunun denmesinden, McKinsey işinde geri basılmasından, ABD ilişkilerinde yaşanan gelgitlerden, AB ile aranın ısınıyor gibi görünmesinden ve benzer durumlardan kalkarak rejimin “tutarsızlıklarından” söz etmenin pek bir anlamı olacağını sanmıyoruz.

Rejimin “tutarsızlıklarıyla” ilgili çıkışlar, siyasette tutarlılığa çok değer veren, dahası aynı değeri geniş halk kesimlerinin de vereceğini düşünen çevreleri heyecanlandırabilir. Gelgelelim, fazla getirisi olmayacağı, Saray kalkıp “benim siyaset anlayışım ve tarzım budur kardeşim” derse söylenecek söz kalmayacağı bilinmelidir.

Mevcut dünya dengeleri, böyle bir siyaset tarzına elverişli olmanın ötesinde tam da bu siyaseti dayatmaktadır.

Suriye politikalarına bir de bu açıdan bakmaya ne dersiniz?

AB ile ilişkilere bir de bu açıdan bakmaya ne dersiniz?

Öyle ya “Suriye politikaları tamamen iflas etmişti”; AB ise üyelik filan bir yana Türkiye’ye neredeyse defterden silmişti… Unutulan nokta ise, Suriye başta Orta Doğu’nun, bugünkü dünya dengelerinde her iflasın ardından yeni “iş kurma” fırsat ve imkânları yaratan özelliğidir. AB’ye gelince; AB sermayesinin çıkarlarının, demokrasi ve insan hakları gibi alanlardaki duyarlılıklara da bir sınır çizeceğini 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde öğrenemediysek daha hiç öğrenemeyiz.

***

Türkiye solunun tarihe ve bilime olan ilgisi, bir noktadan sonra kendisi için ayak bağı haline gelmemelidir. 

Kastettiğimiz, solun Türkiye’deki mevcut duruma ve gidişata bakıp bunun tarihte ve ilgili literatürde neye tekabül ettiğine, “en fazla hangi deneye benzediğine” gerektiğinden fazla kafa yormasıdır.

Bunlara boş verilsin, hiçbirine bakılmasın demiyoruz elbette. Ancak, tarihle güncellik arasında bir ilişki kurulacaksa, burada güncellik, belirli bir uğraktaki somut durum asıl konuyken tarihsel olguların ancak birer referans olabileceği unutulmamalıdır. Geçmişteki olumluluklara ve başarılara bakıp bunlardan “biz de öyle yapalım” sonucunu çıkarmak da, başarısızlık ve yenilgileri öğrenip “bari biz onların hatalarına düşmeyelim” demek de yol değildir.

Tarihin kendisi zaten bilimdir; bu bilimden siyaset adına yararlanılması ise benzerliklerden çok benzemezliklere odaklanılmasıyla mümkün olabilir. 

***

Sözünü ettiğimiz siyaset tarzının hakkından ne gelir?

CHP, Kürt siyaseti ve sosyalistler olmak üzere genel anlamda “muhalefet” diye bir cephe tanımlayacak olursak, kuşkusuz her birinin kendi ilkeleri, “karşıt siyaset tarzı” olarak düşündükleri ve uyguladıkları vardır. Burada, bunların eleştirisine girecek değiliz; her kesim doğru bildiğini yapacaktır ve yapmalıdır.

Gene de bir noktayı belirtip öyle bitirelim: “Karşıt siyaset tarzının”, sayılan muhalefet kesimlerini de aşan, belki Gezi’dekine benzer yeni bir kitlesel hareketlenme ya da sınıf hareketinde bir canlanma olmadan tam tamına tekâmül edip yerleşiklik kazanması beklenmemelidir.