Bizden bir tavsiye: Günümüz dünyasındaki güç dengeleri, sözgelimi Suriye’de şu an neler olup bittiği ya da bugün Türkiye’de belli başlı siyasal partilerin içinde hangi hesapların döndüğü gibi konularda gerçekten donanımlı ve bilgi sahibi olanları, aklı başında değerlendirmeler yapanları ciddiye alın, dinleyin.
Dinleyin, ama “Bu iş kesin şuraya gider” gibi hükümlere de varıyorlarsa mutlaka ihtiyatla yaklaşın…
Dünyayı ve belirli bölgelerde gelişen süreçleri bir yana bırakalım ve yukarıdaki tavsiyenin Türkiye ile ilgili ayağına odaklanmaya çalışalım.
Bunu yaparken, belirli bir “metodoloji” önereceğiz: En genel olandan tarihsel olana, oradan da ülkedeki güncel duruma uzanan üç ayaklı bir metodoloji; ancak, “sıralaması” böyle olmamak koşuluyla…
***
“Uluslararası durum” en genel olanıdır.
Bu başlıkta söylenenlere belirli bir ciddiyet atfedilebilir. Ancak söylenen, örneğin “20 yıl sonra karşımızda şöyle bir dünya olacak” gibi bir sonuca varıyorsa, hele hele Türkiye’deki gidişatı da dünyadaki bu genel eğilimin birebir belirleyeceği iddiası taşıyorsa ihtiyatla yaklaşmak, hatta uzak durmak en iyisidir.
Dünya ölçeğindeki genel eğilimler ülkelerdeki süreçler üzerinde elbette etkilidir; ama bu etki hiçbir zaman belirli bir ülkenin kendi iç dinamiklerine tümden baskın çıkan bir belirleyicilik taşımaz.
Bu anlamda “yukarıdan gelen belirleyicilik”, sınıfsal özü ve bu özün ülkelere göre farklı tezahürlerini görmeyen dünya sistemi teorisyenlerinin meraklı oldukları bir yaklaşımdır. Metodolojik açıdan kesinlikle Marksist (ve Leninist) değildir. Bizim uyarımız ciddiye alınmayacaksa Samir Amin’in uyarısına kulak verilsin: “Wallerstein’in, bana göre aşırı olan tezine; yani bütünün (kapitalist küreselleşmenin) parçaları (ülkelerdeki durumu) belirlediği fikrine katılmıyorum.” (Demba Moussa Dembélé, Samir Amin Anlatıyor, Çeviren: Fikret Başkaya, Yordam Kitap, s. 111).
Yukarıdan belirlenme, aynen Wallerstein tarzında değilse bile sol akıl üzerinde çoğu kez etkili olabilen bir yaklaşımdır. Bir yanıyla bakıldığında, her şeye kadir “üst akıl” merakı da buradan türer. Bundan dört yıl kadar önce birileri “üst aklın” Türkiye’yi CHP ile HDP’ye “yönettirmek istediğini” iddia etmişse, son tahlilde bu yaklaşımın bir uzantısı olarak etmiştir.
***
İkinci ayakta ise “tarihsel örüntü” yaklaşımını buluruz.
Burada da bir ülkenin siyasal yaşamındaki belirli deneyimlerin ve durumların, bir örüntü (model, kalıp) olarak kendini tekrarladığı düşünülür. Örneğin, her devalüasyonun bir iktidarın sonunu getirdiği ya da askeri darbelerin ancak darbeciler önlerinde hazır bir ekonomik program bulduğuna gerçekleşebileceği gibi…
Sorun, geçmişte yaşananları açıklayıcı motifler olarak dikkate alınabilecek bu tür örüntüler gelecek için mutlaklaştırıldığında ortaya çıkar. Bir ülkede siyasal süreçlerin ancak geçmişte ortaya çıkıp yerleşiklik kazanmış modeller üzerinden gelişebileceği düşüncesi, özünde idealizmin bir varyantıdır. İsteyen, diyalektik öğesinden arındırılmış bir tür Aydınlanma pozitivizmi de diyebilir.
O zaman, bu işin doğrusu ne?
***
Kendi önerimiz, çözümlemeye özelden, yani verili ülkeden, bu ülkede kapitalizmin ve sınıfların durumundan yola çıkarak başlanması yönündedir. Buradan, gene ülke özelindeki siyasal süreçlerin değerlendirmesine geçilir. Bu arada, az önce sözü edilen “dünyadaki genel eğilimlere” ve “tarihsel örüntülere” göz atılır, bunların güncel duruma ne ölçüde etkileyebileceğine ilişkin çıkarımlar yapılır.
Peki, bu yapıldığında ortaya ne çıkıyor?
Birincisi: Günümüz dünyasında, Türkiye’deki siyasal süreçlerde köklü değişiklik yaratabilecek herhangi bir genel eğilimden söz etmek mümkün değildir. “Demokratikleşme” zaten söz konusu değildir; “otoriterleşme” vardır, ama mutlaklık izafesi güçtür.
İkincisi: Devalüasyondan ekonomik programlı askeri darbeye, oradan “iktidar olup daha sonra iktidardan düşenin eriyip gitmesine” kadar hangi örüntü varsa, bunlardan herhangi birine ağırlık tanınmasını gerektirecek bir durum da yoktur.
Üçüncüsü: Muhalefetin nasıl şekilleneceğinin, bu şekillenmede sosyalistlerin oynayabileceği rolün ve taşıyabileceği ağırlığın, etkileyicilik (ve giderek belirleyicilik) açısından başka her tür faktöre göre öne çıkabileceği bir dönemden geçiyoruz.
Önemli olan bu potansiyelin karşılığının verilmesidir.