Yaklaşık 10 yıl kadar önce AKP’de işler iyi giderken Bülent Arınç “Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor” demişti…
Günümüzde işlerin AKP açısından bu kadar iyi gitmediği açık. Gene de AKP rejiminin kısmetinin artık büsbütün kapandığını söylemek güç. Özellikle bölgedeki gelişmeler rejim tarafından yeni “fırsat pencereleri” olarak değerlendirilecektir. Hazır ABD-İran gerilimi tırmanmışken rejim, büyük güçlerin özel ihtimamla yaklaştıkları en önemli aktör rolüne soyunacaktır.
Konunun bu yanı ayrı.
Ancak aynı bağlamda gözden uzak tutulmaması gereken bir gerçek de var: Bölge başta olmak üzere dışardaki gelişmeler orada kalmayacak, rejimin kendini içerde bugünkünden de sert ve despotik politikalarla sürdürme çizgisinin bahanesi olarak kullanılacaktır. Yani “Dünyanın ve bölgenin durumunu görüyorsunuz, şimdi biz böyle bir durumda…” diye başlayıp öyle gidecektir.
Böyle bir siyasal ortamda kesinlik taşıyan ifadeler isteniyorsa, bizim görebildiğimiz kesinlikler şunlardır: “İlk seçimde gidecekler”, “Yargılanmama güvencesiyle bırakmaya hazırlar”, “Bugüne dek yaptıklarından daha fazlasına cüret edemezler” gibi aşırı iyimser beklentiler bir kenara bırakılmalıdır; tersine, meşruiyet ve hukuk adına ne kalmışsa onları da zorlayıp direnecekler ve Türkiye’yi bugünkünden de kötü bir noktaya taşımaya çalışacaklardır.
***
Ne yapılabilir?
Birincisi: 12 Eylül generallerini en çok şaşırtan durumlardan biri, bekledikleri karşı direnişin gerçekleşmemesiydi (zamanında kendileri söylemişlerdi). Ders alınması gereken bir olgudur: “Olursa, işi oraya kadar götürürlerse direniriz” düşüncesinin hiçbir geçerliliği yoktur; gereken, olması muhtemel olan henüz “olmadan” caydırıcı bir direnç hattı oluşturulmasıdır.
İkincisi: Bu direnç hattı, pek çok kişinin düşündüğünün tersine, “Nasıl bir siyasal rejim?” sorusunun somut yanıtlarını (parlamenter sisteme dönüş, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, vb.) değil, faşizan bir gidişe karşı her alanda mücadele ilkesini temel almalıdır. Rejime ilişkin “somut öneriler” çıkacaksa buradan çıkmalıdır. Gerekçesi de basittir: Davutoğlu ve Babacan’ın partileriyle “yüzde 99 örtüşen” talepler ki bunlar gerçekten “çok somut” taleplerdir, AKP’nin 17 yılda yaptığı pek çok şeyi bir müktesebat olarak yerleşik hale getirecektir.
Üçüncüsü: Direnç hattının kurumsal siyaset açısından tanımlanabilir öznelerini CHP, HDP ve sosyalistler oluşturmaktadır. Her biri için söylenebilecekler ise şunlardır: a) CHP yönetimi, İyi Parti’ye ek olarak bir de Davutoğlu ve Babacan’ın partileriyle “yüzde 99 örtüşen” taleplere odaklansa bile bu sınırların ötesinde bir tabana sahiptir ve ileri taleplere açık olan bu kesim göz ardı edilemez; b) HDP, bir zamanlar belirli bir anlam taşıdığı söylenebilecek olan “Türkiye’nin önü Kürt sorununun çözümüyle açılır” tespitinin yerini artık “Kürt sorununun çözümü Türkiye’nin önünün açılmasına bağlıdır” tespitinin alması gerektiğini görmüş olmalıdır; c) Türkiye’de sosyalizmin bugünkü gücü ve etkisi konusunda olumsuz ne söylenirse söylensin, kendi aralarında ortak bir hatta buluştuklarında solcu, demokrat, ilerici kesimler üzerindeki etkileri hâlihazırdaki güçlerinin çok ötesine geçecektir.
***
Birilerinin “Sonunu düşünen kahraman olamaz” diye birilerini gaza getirdiği, kimilerinin “Şehirlerimizin güvenliğini artık sadece kolluk kuvvetleriyle sağlayamayız” çıkışını yapabildiği bir ülkenin nereye götürülmek istendiği açık değil midir?
Daha önce söylediğimizi tekrarlayarak bitiriyoruz: “Olursa direniriz” düşüncesi ağır basarsa şimdiden “geçmiş olsun” demekte sakınca yoktur. Yapılması gereken, “olmadan” direnmek ve bu şekilde caydırıcı olmaktır.
“Caydırma” sözcüğü de küçümsenmesin: Siyasette pek çok ileri hamle ve yenilik, karşı tarafa yönelik caydırıcı bir gücün fiilen ortaya konması sonucu gerçekleşmiştir.