Bir Hobsbawm yazısı üzerine

Önce kısa bir geri plan bilgisi verelim:

Yazı, İngiliz Marksist tarihçi Eric J. Hobsbawm hakkında; ama biraz dolaylı biçimde. Şöyle: Richard Evans’ın Hobsbawm’la ilgili biyografik çalışması (Eric Hobsbawm: A Life in History) 2019 yılında yayınlandıktan sonra, bu yıl ölen İskoçyalı Marksist tarihçi Neil Davidson bu çalışmaya ilişkin bir yazı kaleme alıyor (https://www.tribunemag.co.uk/2020/09/hobsbawms-marxist-history). Bu yazıdaki kısa değerlendirmemiz, Davidson’un Hobsbawm’a ilişkin tespitlerinden hareketle kayda değer bulduğumuz kimi noktalara ilişkin olacak.

***

Davidson’un tespitlerinden biri, Hobsbawm’ın çalışmalarının, “Küresel Güney” olarak tanımlanan ülkelerde özellikle ilgi çekmesi ve bu coğrafyada genişçe bir okur kitlesine ulaşması. Davidson örnek olarak Brezilya’yı veriyor; biz buna Hindistan’ın da rahatlıkla eklenebileceğini söyleyelim. Kimi kaynaklarda belirtildiğine göre, Hobsbawm’a yönelik bu “üçüncü dünya” ilgisinde Marx’ın “kapitalizm öncesi ekonomi şekillerine” ilişkin görüşlerinin derlendiği bir kitaba yazdığı uzun önsözün de önemli bir payı var (https://aeon.co/essays/how-eric-hobsbawm-helped-shape-the-global-marxist-imagination).

“Kapitalizm Öncesi Ekonomi Şekilleri” Türkçede ilk kez Mihri Belli’nin çevirisiyle 1967 yılında yayınlanıyor. 170 sayfalık bu kitapta Hobsbawm’ın önsözünün 62 sayfa uzunluğunda olduğunu belirtip geçiyoruz.

Geçiyoruz; çünkü hem üzerinde durmak istediğimiz asıl noktalar kapitalizm öncesi ekonomi şekilleriyle ilgili değil, hem de Hobsbawm’ın bu önsözünün “oryantalizm” eleştirilerinden nasibini alıp almadığı konusunda herhangi bir bilgimiz yok. 

En iyisi, Davidson’un hatırlattıklarına dönelim.

***

Davidson’un değerlendirmesindeki kritik başlıklardan biri, nitelikli bir Marksist tarihçi, tarihçiliğin ötesinde ilgi alanları çok geniş bir entelektüel olarak Hobsbawm’ın bu konumuyla komünist kimliği ve parti aidiyeti (Büyük Britanya Komünist Partisi- BBKP) arasında yaşanan gerilimler…

“Batılı aydınlar ve akademisyenler arasında bu gerilimleri yaşamamış pek kimse yoktur” denebilir. Doğru; ancak Hobsbawm komünist tarihçiler grubunun diğer üyeleri gibi yapmıyor, partiden istifa etmiyor, parti de Hobsbawm’ı “ihraç etme” gibi bir yola başvurmuyor. Sonuçta Hobsbawm partinin kendini dağıttığı 1991 yılına kadar kâğıt üzerinde de olsa hep parti üyesi olarak kalıyor.

Ama daha ötesini de yapıyor: Yaşamının hiçbir döneminde, özellikle SSCB’nin çöküşünden sonraki 11 yıllık yaşamında, geçmişiyle ilgili nedamet getirip sağa sola (çeşitli medya kanallarına) dökülen eski komünist durumuna düşmüyor.  

Burada Hobsbawm’ın kişiliğini yüceltme gibi bir niyetimiz olduğu sanılmasın. Davidson’un belirtiğine göre Hobsbawm parti üyesiyken “en temel disiplin biçimlerine” bile uymamakta direniyormuş. Kim olursa olsun ciddi bir eksi puan sayılması gerektiği kesindir. “O zaman neden parti üyesisin?” sorusuna verilebilecek “Ne de olsa komünistim, formel bir aidiyetim de olsun istedim” yanıtı ise ancak benmerkezci bir konumla açıklanabilir.  

***

Ancak, bir tarihçi olarak Hobsbawm için en trajik denebilecek durumun parti üyeliği boyunca “hep uzak geçmişi yazmak” zorunda kalması olduğu söylenebilir.  “Tuhaf Zamanlar”da (özgün adı, Interesting Times: A Twentieth-Century Life) yazdığı gibi:

“Kendim de temelde bir on dokuzuncu yüzyıl tarihçisi olup çıktım… Yirminci yüzyıla ilişkin Partinin ve Sovyetlerin resmi görüşlerinin katılığı karşısında insanın siyasal heretik olarak damgalanma ihtimali olmadan 1917 sonrası hakkında yazması mümkün değildi.” 

Sonuçta Hobsbawm 20. yüzyıla ilişkin kendi özel görüşlerini ve deneyimlerini 2002 yılında okurlarına aktarabildi (Türkiye’de “Tuhaf Zamanlar” adıyla 2006 yılında İletişim Yayınları tarafından basılmıştır, çeviren: Saliha Nilüfer).    

***

Bitirirken, gene Davidson’un yazısından hareketle ve Hobsbawm’a atıfta günümüzde tartışmaya değer bulduğumuz birkaç noktaya değinelim:

Birincisi: Hobsbawm’ın SSCB’ye verdiği değerin, bu sistemin “ne olduğundan” ziyade ne “yaptığıyla” (faşizmi yenilgiye uğratması ve emperyalist sistem karşısında bir denge oluşturması) ilgili olduğu söyleniyor. Değerlendirilmesinde yarar vardır.

İkincisi: Hobsbawm’a yönelik, “daha anarşizan yapıdaki halk hareketlerine üstten bakma” şeklinde bir eleştiri de varmış. Yaşadığımız dönemde böyle bir “üstten bakış” ne kadar doğru sayılabilir?

Üçüncüsü: Bir başka nokta da Hobsbawm’ın, zamanında Avrupa’da başarılı olmasa bile “halk cephesi” (popular front) deneyimlerine verdiği önemle ilgili. 1930’ların Avrupası dışında halk cephesi kavramının ve pratiğinin günümüzdeki toplumsal-siyasal mücadeleler açısından yeniden değerlendirilmesi gerekmez mi?