Bu yazının referandum tartışmalarının sıcaklığında kaleme alındığını vurgulayarak başlayalım.
Toplumun tüm kesimleri referanduma yoğunlaşmış, ülkenin tüm kuvvetleri güçlerini, enerjilerini, birikimlerini bu tartışmalara odaklamış ve kozlarını sahaya sürmüş durumdalar.
15 yıldır ülkemizi kopkoyu bir karanlığa sürükleyen diktatörlüğün karşısında emekçi halkın kendi gücüyle bir karşı duruş örgütlemesi için önemli bir fırsatla karşı karşıyayız. Olası bir “hayır” sonucu ülkeyi bir cennete çevirmeyecek ama önemli bir rahatlamaya vesile olacak. Yeni mücadele dönemine güç biriktirmiş olarak, özgüven tazeleyerek ve moral, güç üstünlüğü ile girmiş olacağız.
Açık söylemek gerekirse, tablonun bizler açısından gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu düşünüyorum. Emekçi halkın çok farklı kesimleri, farklı gerekçelerle de olsa AKP/Saray merkezli “başkanlık” hamlesinin kendi gelecekleri açısından felaket anlamına geleceğini görmüş durumda.
İddiamız ya da daha doğru bir ifadeyle görünen durum, Türkiye halkları AKP’ye sağlam bir tokat atmak için önlerine gelen bu fırsattan faydalanmak üzere hazırlık yapıyorlar.
Aydınlar nerede?
Bu kritik tabloya baktığımızda gördüğümüz önemli eksiklerden birisi, topluma yön gösterecek, cesaret ve umut verecek aydınların eksikliği.
Az sayıdaki istisnai ismi tenzih ederek söylüyorum, (zaten büyük bölümü doğrudan devletin çeşitli saldırılarının muhatabı haline gelmiş durumdalar) bu “ölüm sessizliği”ni anlamak mümkün değil.
Zaman zaman temas ettiğimizde en çok aldığımız yanıtlardan birkaç örnek vereceğim, bunun bir teşhir olarak değil, durumu anlatabilmek için zorunlu bir aktarım olarak görülmesini diliyorum.
-Tartışmasız Hayır diyorum ama şu ara inan tek bir konserime bile izin vermiyorlar, ben bu aralar fazla görünür olmasam daha iyi.
-Ülkenin durumu berbat, aklı olan herkes Hayır diyecektir ama ben şu anda yazdığım romanımdan kopacak hiçbir iş yapmasam daha iyi olur.
-Zaten hep benimle birikte birkaç kişi yapıyoruz, şimdi yeni bir diziye başlayacağım adamların eline koz vermeyeyim.
-Biliyorsunuz zaten ben gönülden partiliyim ama şimdi sizinle çok yakın bir görüntü verirsem, toplumun diğer kesimlerinin tepkisini çeker.
Örnekleri çoğaltabiliriz ancak gerek yok, sonucu hep birlikte görüyoruz, Türkiye tarihinde hiçbir toplumsal mücadele bu kadar aydınsız kalmamıştı.
Bu durumun arkasında, uzun yıllardır süren sistematik müdahaleler ile aydın damarının belli ölçülerde kurutulması olduğunu söyleyebiliriz.
İktidarın her geçen gün artan baskılarının, sistematik saldırılarının bir yeri olduğu da kolayca saptanabilecek bir diğer gerekçe.
Ancak bunların da ötesinde “ben ne olacağım” kaygısının birincil hale gelmiş olması sorununu kayıt altına almamız gerekiyor.
Bu satırlar, varlık-yokluk kavgası verdiğimizi bir dönemde, nedeni ne olursa olsun, açık ve net biçimde emekçi halkın kavgasının bir parçası olmayanların ülkenin geleceğinde yerinin olmayacağını bir kez daha hatırlatmak için yazıldı.
Behice Boran dersi
Benzer bir konuyla ilgili, üstelik yazım da 8 Mart’a denk gelince, Behice Boran’a bir borcumuzu ödemiş olalım.
27 Mayıs’tan kısa bir süre sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin esas olarak işçiler tarafından kurulduğunu, bu kuruluştan bir süre sonra Mehmet Ali Aybar’ın kurucular tarafından davet edilip Genel Başkan sorumluluğunu üstlenmesiyle TİP’in yeni bir kimlik kazandığını biliyoruz. Aynı dönem, Türkiye’de sosyalizmin henüz ilk kez kitlesel-toplumsal siyaset ölçeğinde kendisini ortaya koyduğu bir dönemdir. TİP’in bu emekleme dönemi, devletin ve egemen sınıfların anti-komünist propaganda ve provakasyonlarına karşı özel bir hassasiyetle örgütlenildiği bir dönemdir.
Böylesi bir dönemde kendisine parti üyeliği teklif edilen Behice Boran’ın bu davete yanıtı bize aktarıldığına göre aşağı yukarı şöyle olmuştur:
“Kendimi zaten TİP’li olarak görüyorum. Partinin vereceği her türlü göreve ve sorumluluğa açık olduğumu da söyleyebilirim. Ancak biliyorsunuz, Barış Derneği nedeniyle yargılandık ve bizimle emekçilerin arasını açmak için sıklıkla kullandıkları anti-komünist temelli propaganda hepimizin malumu. Dolayısıyla partinin vereceği her göreve hazır olmakla birlikte, parti üyeliğimizin partiyi karalamak isteyen güçler tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılması söz konusu olabilir.
Başarısına çok önem verdiğim, her tür katkıyı yapmayı görev bildiğim TİP’in üyeliğim nedeniyle zarar görmesini istemem. Bu hassasiyeti gözeterek partinin vereceği karara ise her koşulda uyarım. Aynı nedenle parti üyesi yapmama kararı almanız durumunda da fiilen bir üyenin taşıdığı tüm sorumlulukları yine üstlenebilirim ve herhangi bir kırgınlık da hissetmem.”
Bu görüşmenin sonrasında yapılan değerlendirme sonucunda Behice Boran partiye üye olur. Sonrasını zaten hepimiz az-çok biliyoruz. Behice Hanım, yaşamını son gününe kadar, ülkemizin ve emekçi halkların kurtuluş mücadelesine adayarak sürdürdü.
Öte yandan Behice Hanım’a partililik teklif edildiği gün sadece kendisi parti üyesi yapılmadığı için deyim yerindeyse ortalığı birbirine katan, sosyalist dünya görüşünde ısrar etmesine rağmen dönemin tek kitlesel sosyalist örgütü TİP’e karşı konum almaktan çekinmeyen hatta yıpratmak için özel çaba harcayan kimi isimlerin varlığını da biliyoruz.
Dünya’nın merkezine kendisini koyan, TİP’in varlığını, anlamını, başarı ve başarısızlığını kendisini üye yapma-yapmama sorunuyla özdeşleştiren kişilerin Türkiye solunun çok deneyimli ve önemli kadroları olduğunu da eklemekle yetiniyorum. İsimlerini yazmaya onlara olan saygım nedeniyle elim gitmiyor…
Sosyalist, devrimci kadrolar arasında bile kendisini gösteren, “ben ne olacağım” sorusunu merkeze koyan yaklaşım ile “esas olan emekçi halkın ihtiyaçlarına yanıt üretmektir” yaklaşımına dair bu örneğin bilinmesini istedik.
Demek ki, zaman zaman sosyalist hareketin hemen dibinde hatta içinde sayabileceğimiz aydınlara bile ulaşan bir zaaftan söz ediyoruz. Ancak Behice Boran başka türlüsünün de olabileceğini gösterdiğine göre hepimize düşen; doğru olan davranışın altını çizip onu örnek almak.
Yanlış olanın üstünü biz çizemesek bile tarih mutlaka çiziyor.