“Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm” (BDS) üçlüsü Türkiye’de sosyalist dile 1960’larda TİP’le birlikte yerleşmiştir. Mehmet Ali Aybar’ın farklı tarihlerdeki yazılarından derlenen bir kitap da o yıllarda bu adla yayınlanmıştır (Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm, Gerçek Yayınevi, 1968).
Aradan geçen 50 yılda sosyalist çevreler BDS’yi çeşitli yönleriyle tartışmıştır. Bu tartışmalar zamanla S’yi gündemden düşürüp B’ye ve/ya da D’ye odaklanan bir yöne evrilmiştir. Günümüzde bu özel odaklanmaların ulaştığı uç noktalardan da söz edebiliriz. Örneğin, anti-emperyalist duruş adına S’yi çok ötelere ittikten ya da bundan vazgeçtikten sonra D’yi de pek önemsemeyip varsa yoksa B diyenler vardır. Diğer tarafta ise B’yi günümüz dünyasında “arkaik” bulan, S’nin ise “eğer gerekiyorsa” ancak D’den çıkabileceğini düşünenler yer alır.
İşin ilginç yanı, bu uç duruşların, birincisi günümüzde, ikincisi ise yakın geçmişte olmak üzere zaman zaman AKP destekçiliği yapabiliyor/yapabilmiş olmalarıdır.
Okurun aklına her halde bugünkü Vatan Partisi çevresi ile yakın dönemin liberalleri gelecektir.
Ancak, asıl derdimiz bu çevreler değildir. S’siz B ve D odaklanmaları kimi zaman örtük kimi zaman daha açık biçimlerde bu iki çevreye hiçbir yakınlığı olmayanlarda da görülebilmektedir.
1960’lardan gelen ve daha sonra içeriği geliştirilen BDS’de bir eşzamanlılık söz konusudur. Başka bir deyişle BDS’deki “harflerden” hiç biri diğer ikisini kronolojik olarak öncelemez. Kimi sosyalist çevrelerde ise bu eşzamanlılığa açıkça karşı çıkılmasa bile sosyalist hareketin ancak çok geniş bir anti-emperyalist, bağımsızlıkçı kitlesel hareketlenme üzerinden yükselebileceği düşüncesi örtük biçimde vardır. AB üyeliği, Türkiye’nin “dış politika maceraları”, Suriye’deki gelişmeler, “Patriot füzeleri” vb. hep bozkırı tutuşturacak kıvılcımlar olarak değerlendirilmiştir.
Başka bir vesileyle ayrıntılarına inebiliriz, ama hemen belirtelim: 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde anti-emperyalizmi, sosyalizmin üzerinde yükselebileceği “tek” ya da “özel” bir dalga olarak görmenin maddi zemini, bir karşılığı yoktur.
Diğer tarafa gelince: En uçtaki malum liberal çevreleri geçsek bile, bu kez S’nin ancak D’den çıkabileceğini, hatta S’nin kendisinin D’nin “en gelişmiş hali” sayılması gerektiğini düşünenler vardır. Adını “radikal demokrasi” diye koyanlar da… İlki nasıl AKP destekçisi tutumlardan, milliyetçilikten, Avrasyacılık sabit fikrinden münezzeh değilse bu kesimin de burjuva liberalizminden münezzeh kalamayacağını unutmamak gerekir.
***
Bütün bunlardan neden söz ediyoruz?
Açıklamaya çalışalım:
Türkiye’de sermaye sınıfının egemenliğinin “normal”, “olağan” ya da bu sınıf açısından “en iyi” biçimi olarak liberalizm ve liberal demokrasi defteri artık kapanmıştır. Bugünkü iktidar blokunun ve onun iç-dış bileşenlerinin kendi aralarındaki gerilimler ve hesaplaşmalar düzen siyaseti açısından yeni kırılma noktalarını da beraberinde getirebilir; ancak bunların hiçbirinden “parlamenter” ya da “liberal” demokrasiye dönüş çıkmayacaktır.
O zaman yazıda birileriyle “uğraşmamızın” gerekçesini oluşturan asıl noktaya gelebiliriz.
Türkiye’de, sosyalistlerin de ortak olup iddia taşıdıkları bir eşiğe gelinirse, sermaye sınıfı ve onun siyasetçileri işte o zaman başka bir kurtuluş göremedikleri için son çare olarak ve samimiyetle “liberal demokrasi” diyebilecektir. Ve böyle bir eşikte sosyalistler tek başına belirleyici özne durumuna gelememişlerse “başkalarının” tutumu önem kazanacaktır.
İşte, asıl mesele, o “başkalarının” sermaye sınıfının can havliyle sarılmak isteyeceği “liberal demokrasi” can simidini ona atıp atmayacaklarıdır.
Sosyalist hareketin bu eşiğe kâğıt üzerinde kalmayıp belirli bir güç birikimiyle ve toplumdaki etkili örgütlenmeleriyle ulaşmamış olması halinde “başkalarını” bu simidi atmaktan alıkoyacak hiçbir etken olamaz.
Son olarak: Gelinecek “eşiği”, ancak sosyalistlerin tek söz sahibi oldukları, “başkalarını” umursama gibi bir dertlerinin hiç olmayacağı bir uğrak olarak tasavvur edebilenler “iktidar perspektifi” gibi şeylerden hiç söz etmeseler daha iyi olur…