Olağan koşullarda olması gereken ve olabilecek olan şudur: Mevcut durumu etraflı bir değerlendirmeye tabi tutarsınız, sonra bu değerlendirmeden çıkan sonuçlara göre siyasal-toplumsal gücünüzle nereye yüklenmek gerekiyorsa oraya yüklenirsiniz…
Kimse “işte biz tam bunu yapıyoruz, hem de hakkıyla” demesin; daha mütevazı ve gerçekçi olmak gerekiyor.
Sol açısından bakıldığında bugün Türkiye’de az önce söylenene imkân tanıyacak “olağan koşullar” yoktur.
Neden?
Birincisi, yaşanan duruma ve olası gelişmelere ilişkin kesinlik derecesi yüksek bir çözümlemeye varmak mümkün değildir. Sorun, solun kendi formasyon eksikliğiyle değil, belirsizliklerin kesinliklere ağır bastığı “kaotik” ortamla ilgilidir. Amiyane bir tabirle, kimin elinin kimin cebinde olduğunun, kimin gerçekten neyin peşinde koştuğunun ve bu koşuda ne kadar direnebileceğinin belli olmadığı bir süreç yaşanmaktadır.
İkincisi, bugün sol, yapabildiği çözümlemeleri ve ulaştığı sonuçları genişçe bir toplumsal kesime yansıtıp bu kesimi harekete geçirebilecek güçte değildir. Aslında, “sol bu güce ve etkiye sahip olsaydı, durum bu kadar belirsizliklere dolu olur muydu” diye sormak da mümkündür; ancak işi fazla karıştırmadan sonuca gelelim: Sol, belirli bir güç eşiğinin altında kaldığı sürece, olur da en mükemmel çözümlemeleri yapsa bile fazla bir şey yazmayacaktır.
O zaman oturup bekleyelim mi?
***
Bir tespitle devam edelim: Türkiye’de “halk” dediğimiz toplam, bugün kendi içinde kritik bir ayrışma, oluşma ve bir bakıma “kendini yeniden kurma” süreci yaşamaktadır. Süreç hayli sancılı geçmektedir. Sağın kendi kemik tabanını, bir de her eyleme koşturan, ülkede sayıca 200 bin civarı denebilecek “angaje solcuları” geçelim; bunların dışında, çok daha geniş bir kesimi kastediyoruz. Sancılı oluşum, “kendini yeniden kurma” süreci yaşayan bu kesimdir, geniş anlamda halktır.
O zaman: “Biz” ve “halk”…
Biz solcular örgüt kurarız; bu konuda elhamdülillah eksiğimiz yoktur. Kurmasını da batırmasını da iyi biliriz; bunda da kuşku yoktur.
Peki, “halkı” kurabilir miyiz?
Siyasal öznelerin örgüt ötesinde bir de “halk” kurmaları, burjuva devrimlere eşlik eden ulus devlet oluşum süreçlerine ve (günümüzde de) ulusal kurtuluş hareketlerine özgüdür.
Yani bu sosyalistlerin işi olamaz; ne geçmişte olmuştur ne de bugün olabilir.
Sosyalistlerin işi, “halktaki” oluşum süreçlerinden kopmamak, yerine göre müdahil olmak ve kendi kimliğini koruyarak mümkün olduğunca onunla birlikte devinmek olmalıdır.
O zaman, bizim burada, Türkiye’deki asli görevimiz bugün halkın yaşadığı sancılı oluşum ve “kendini yeniden kurma” süreçlerine müdahalelerde, özel girdilerde bulunmaktır.
Daha önceki bir yazıya atıfla, “mahalleden kurtulmamızın” yolu da budur.
***
“Yerin dibine batsın!”
Son Ankara katliamının ardından gelen haykırıştır ve Erçin Fırat’ın 16 Mart Çarşamba günü bu portalde yayınlanan yazısının başlığıdır.
Fırat yazısında, ülkeyi kana bulayan ve “yerin dibine batsın” çıkışını fazlasıyla hak eden tarafların dışında, çok daha geniş, ama henüz “özne olamamış” kesime, bizim bu yazıdaki kullanımımızla “halka” işaret etmekte, onu “iki tarafa da haddini bildirecek” güç olarak tanımlamaktadır.
Çok yerindedir.
Yerindedir, çünkü “geleneğimiz” özne denilince bundan sadece ve sadece “öncü örgütü” anlar; oysa tarihte halkın da bir özne olarak sahneye çıkmadığı hiçbir (gerçek) devrim olmamıştır. Hadi devrimi geçtik, bugünün Türkiye’sinde malum taraflara Fırat’ın dediği gibi “hadleri bildirilecekse” ve Tayyip’le birlikte AKP götürülecekse, bunun halkın “ben de varım” demesinden başka yolu yoktur.
Bu durumda, bir, “tanım gereği” öznelerden, yani bizlerden, bir de özne olması gereken çok daha geniş bir kesimden söz etmiş oluyoruz.
Peki, ikisi arasındaki ilişki ve etkileşim nasıl olabilir ya da olmalıdır?
Can alıcı, ama peşin yanıtı olmayan son derece kritik bir sorudur.
Yazının sınırlarına geldiğimizden, belki daha sonra üzerinde durmak üzere, küçük bir notla bitirelim:
Eğer “mahalleden” çıkıp oraya gideceksek, aman Türkiye’nin bugünkü durumuna ilişkin çok derin tahliller yapmayalım (kafaları daha da karıştırabilir); aman onlara “biz gelirsek…” diye başlayan siyasal manifestolar okumayalım…
Dünyadan, hayattan, insanlıktan, eşitlik ve özgürlükten bahsedelim.
Başlangıç için en iyisi budur.