Tarihte, 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçiş “Aydınlanma Çağı” olmuşsa, geride bıraktığımız 20. yüzyıl da bir bakıma “aydınlar çağı” olmuştur. Bu yüzyılın özellikle 1970’lere kadar uzanan dönemi için…
Hobsbawm’ın adlandırmasıyla “kısa 20. yüzyıl” da diyebiliriz.
Söylediğimizle, sadece doğrudan Marksist, ayrıca “örgütlü”, kesintisiz siyasal etkinlik içindeki aydınları kastetmiyoruz. Başka bir “jenerasyon” daha vardır. Bu jenerasyondan aydınlara tam anlamda Marksist diyemeyiz, ama Marx’tan esinler bulabiliriz. Bildiğimiz anlamda “komünist” değillerdir, ama “anti-komünist” de sayılmazlar. Ekim Devrimi’ni önce “aykırı”, sonraki uygulamalarını “despotik” bulmuşlar, ama bir bela da saymayıp meraklarını sürdürmüş, “anlamaya” çalışmışlardır…
Aralarında, kimileri “aristokrat” sayılabilecek Britanya aydınları vardır: Webb’ler (Sidney ve Beatrice); Bernard Shaw, bilim kurgunun kurucusu sayılan H.G. Wells, Huxley’ler (Julian ve Aldous); Bertrand Russell diye gider… Kıta Avrupa’sına bakarsak 1942’de ülkesinden uzaklarda eşiyle intiharı seçen Stefan Zweig’i, ardından Sartre’ı, Beauvoir’ı, Camus’yu buluruz…
Marksizm’le ilişkileri çok daha doğrudan olduğu için Benjamin’i, Brecht’i, “Frankfurt Okulu”nu saymıyoruz…
Bir kez daha Hobsbawm’ın adlandırmasıyla “aşırılıklar çağının” aydınları, daha önemlisi “geleneksel aydın” kategorisinin son temsilcileri olarak görebiliriz.
Hemen hemen hepsi Marksist aydınlar için geliştirici, olumlu anlamda “tahrik edici”, Türkçede tam karşılığı olmadığı için ancak “meydan okuyucu” diyebileceğimiz (“challenging”) bir yere oturmuştur. Sartre’ın 1968 yılında Fransız Komünist Partisi’ni kastederek “Komünistler devrimden korkuyor” demesinde olduğu gibi…
***
Ama derdimiz, geriye dönüp bunları tartışmak değil. Bir başka gerçeğe işaret etmek istiyoruz: Örneklerini verdiğimiz “geleneksel aydın” artık tükenmiştir. 30-40 yıldır böyledir. Geleneksel aydın kategorisinin tükenişini izleyen post-yapısalcı, post-modernist, post-marksist vb. aydın kuşağı ise öncekilerin tersine var olan gerçeklikle arasındaki mesafeyi fazlaca açmıştır; gerçekliğe yaklaştığında ise, düşüncelerinin yavan bir liberalizme indirgenmesi, bir kez daha öncekilerin tersine, çok daha kolay olmaktadır.
Çok bilinir: 1960’larda Sartre’ın tutuklanması gündeme geldiğinde de Gaulle “Sartre Fransa’dır” diye itiraz eder. İşte, günümüzde, bir aydınla bir devlet başkanı arasında böyle bir “ilişkilenme” hiç mümkün görünmemektedir. Nedenini sadece “Günümüzde böyle devlet adamları kalmadı” diye açıklayan çıkabilir; ama Sartre gibi aydının kalıp kalmadığı da mutlaka düşünülmelidir.
***
Eğer bu durum kabul ediliyorsa, Marksistler “Ne güzel işte, günümüzde aydın olmaksa meydan bize kaldı” diye sevinmeli mi, yoksa aynı durumun getirdiği başka görevler ve yükümlülükler üzerinde kafa mı yormalı?
Zor, duruma göre savurucu ve dağıtıcı olabileceğini biz de kabul ediyoruz.
Ancak, zorunludur, kaçınılmaz bir “misyon” sayılmalıdır: Günümüzün Marksist aydını “karşı tarafı” belirleyip etkili politika geliştirmede, hedef koymada, mücadelede, öngördüğü siyasal çözümde, kısacası sosyalizm hedefinde ne kadar kararlı ve ödünsüz olmalıysa, günümüz dünyasını, insanını, bunca melanete rağmen bir türlü “sosyalizm” diyemeyenleri anlamada (“hak vermede” değil!) o kadar geniş bakışlı, öğrenmeye, yeri geldiğinde “başka kaynaklara" müracaat etmeye de o kadar açık olmalıdır.
Evet, günümüz kapitalizmi tarihsel Aydınlanma’nın en gerideki sınırlarına kadar ricat ettiği gibi kendi organik aydınları dışında aydın üretememe noktasına gelmiştir.
Bu, nesnel bir “boşluk” anlamına gelmektedir.
İki yol vardır: Ya “geleneksel aydın” kategorisinin bıraktığı boşluğu doldurulması gerekmeyen bir boşluk sayıp bundan sonrasını iki tarafın “organik” aydınların kapışması olarak göreceğiz ya da Marksist, “bağlanmış” ve bu anlamda “organik” aydına hem bu konumunu koruyup hem da yaşadığımız çağın bir tür yeni “geleneksel aydını” da olma misyonunu biçeceğiz.
Eğer buysa, başka ülkeler ayrı, ama Türkiye’de şansımız vardır…