“Aşırılıklar Çağı” Eric Hobsbawm’ın 1994 yılında yayınlanıp 1996 yılında Türkçeye çevrilen kitabıdır (İlk basım: Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çeviren: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi). Kitabın orijinalinde üst başlık “Aşırılıklar Çağı” iken Türkçe basımda bu ibare alta alınmıştır.
Hobsbawm’a göre 20. yüzyıl kısa sürmüş (1914-1991); bu dönemi niteleyen de “aşırılıklar” olmuştur.
Aşırılıklar?
Aşırılıklar, kapitalizmle sosyalizm arasındaki kıyasıya mücadelenin sonucudur. Bu kavgada burjuva iktidarların ve genel olarak sağın aşırılıkları biliniyor. Ancak, her şeye rağmen ortada bir simetri olduğunu söyleyebiliyoruz. Sol, sağın aşırılıklarına belirli durumlarda kendi aşırılıklarıyla yanıt vermiş ya da kimi aşırılıklara sürüklenme durumunda kalmıştır.
“Savaş komünizmi”, “yeni” adına geçmişten gelen ne varsa hepsinin inkârı, sosyal demokrasinin tümüyle “sosyal faşizm” şeklinde nitelenmesi, Lisenkoculuk, Çin’de kültür devrimi çerçevesindeki kimi uygulamalar, Kızıl Kmerlerin yaptıkları vb. solun kendi “aşırılıklar” hanesine yazılabilecek olgulardır.
Kapitalizme karşı mücadelede ve devrimlerde yıkıcı olmak mutlaka gereklidir; ancak ortada yıkıcılığın derecesi ve neyin yıkılacağının iyi seçilmesi gibi bir başlık da vardır. Solun “aşırılıkları”, bu başlıktaki huzursuz tepkilerin ve aceleciliklerin sonucu sayılabilir.
Bunlar elbette tartışılabilir; ama asıl konumuz başka.
***
Hobsbawm’ın “aşırılıklar çağı” kapandıktan sonra bugün yeni bir aşırılıklar çağı yaşıyoruz. Ancak önemli bir farkla: Artık aşırılıklarda bir simetri göremiyoruz; aşırı denebilecek ne varsa sağa aittir, oradan kaynaklanmakta ve yayılmaktadır.
Geride kalan kısa yüzyılın sağ aşırılıklarında teorinin fazla yeri ve önemi yoktu. Bu aşırılıklarda “Akıl ve akılcılığın yetersizliği karşısında içgüdü ve iradenin üstünlüğüne” inanılıyordu. Evet, birileri, birtakım düşünürler vardı, ama bunlar hep “dekoratif” unsurlardı. Mussolini Gentile, Hitler ise Heidegger olmadan da yapacağını yapardı (Hobsbawm, a.g.e., s. 141).
O zaman, yaşadığımız dönemde sol aşırılığın yokluğuyla ortaya çıkan asimetri dışında bir fark daha görülüyor: Günümüzün sağ aşırılıkları artık düşünür de çıkaramamaktadır. Görülen, birtakım meczuplar, siyasette içgüdü ve irade sergileyerek su başlarını tutan lümpen liderlerdir. Düşünsel plandaki destekçileri ise “dekoratif” bile değildir.
Karşı tarafta, sağda durum buysa, teorinin ve aklın temsilciliği kendi “aşırılıklarını” ortaya koyacak durumda olmayan sola mı düşmektedir?
Sol, verili ortamda böyle mi temayüz edecektir?
Kendi yargımızdır: Sol, tek taraflı yeni aşırılıklar çağında tüm yatırımını teoriye, akla ve mantığa yaparsa kaybeder…
***
Kuşkusuz, solun aklı ve akılcılığı toptan bir tarafa bırakıp içgüdüye ve iradeye yönelmesi gerektiğini söylemiyoruz. Solu sol yapan, giderek her tür olumsuzluğa rağmen yaşamasını sağlayan, belirli bir dünya görüşüdür… Kapitalizmin iflah olmaz çelişkilerini ortaya koyan teoridir… Başka bir dünyanın mümkün olduğuna işaret eden gelecek vizyonudur…
Bunlar hep olsun, her zaman olmalıdır. Olmaması gereken, teorinin ve aklın derinliklerine fazlaca dalıp ciddi bir düşünsel temelden yoksun, içgüdü ve siyasal iradeyle serseri süreçleri yönetme çabalarından öteye geçemeyen lümpen siyasetçilere aşkın bir akıl, mantık ve gelecek kurgusu yakıştırılmasıdır.
Akılcılık ve mantık arayışının en riskli yanı, kendinde olduğunu düşündüğün gelişkin kurgunun karşı tarafa da yansıyacağı, orada da bir izdüşümün olacağı inancıdır.
“Karşı taraf” elbette gelinen her uğrak ve konjonktür için kendi müdahalelerini, pratik çözümlerini bulmaya ve uygulamaya çalışır; ancak bu tür bir pragmatizmi uzun dönemli, yapılandırıcı ve şekillendirici düşünceyle karıştırmamak gerekir.
Sonuçta, dünya-tarihsel aklını tüketmiş bir sistem karşısında teorimizle ve aklımızla birikmekte olana, gelişen tepkilere, vicdanlara ve duyarlılıklara yönelelim; buradan bir hareket çıkarmaya çalışalım.
Başarırsak, yeni dönemde kendi “aşırılıklarımızın” neler olabileceğini o zaman tartışmaya başlarız.