Aşırı cinselleştirme çağı ve “cool itaatkarlar”
Elbette rejimin biyopolitikası, gözünü küçücük bedenlere diken ahlakı, bıyık buran namusçuluğu, sansürü varsa, bizim de yasak, sansür tanımayan “cinsel politikamız”, özgürlük anlayışımız olmalıdır.
Çağımıza ilişkin pek çok nitelendirme var malumunuz. Bunlar içinde kayda değer olanlardan biri de çağımızın “aşırı derecede cinselleştirilmiş” olduğu. Terry Eagleton’ın ironik biçimde ifade ettiği gibi, “şimdi seksi olan şey daha ziyade seksin kendisi” ve bugün beden dediğimizde “erotik bedeni” anlıyoruz, açlık çeken bedeni değil(1).
“Aşırı cinselleştirme” çağımızın bir gerçeği. Bu bağı en iyi özetleyen şeylerden biri sanırım, 2003’te kurulan bir porno şirketinin “21. Sextury” adını almasıdır. “Neoliberal ilericiliğin” rotası burada.
Peki cinsellikle ilgili bu takıntımızın gerçekten özgürleştirici bir yanı olabilir mi?
Genel bir perspektiften bakıldığında, güzellik endüstrisinden pornografiye, kadın bedenine gözünü dikmiş bir alandan bahsediyoruz. Ve erkek egemenliğinin hükmünü sürdürdüğü bir dünyada “aşırı cinselleştirme” kadınların baştan kaybettiği bir alan.
Bu kültür, testeresi elinde bir seri katil gibi kadın bedenini parçalara ayırmaya çalışır. Her bir parça erkek gözüne uygun hale getirilmeli, parlatılmalı, sıkılaştırılmalı, zayıflatılmalı, şişirilmeli, yağlanmalı, pürüzsüzleştirilmelidir. Ama yetmez. Fetişist arzular açığa çıkarılmalıdır. Kenarda ve “sapkın olan” ima edilmeli ya da çağırılmalıdır. İstenen herhangi bir beden değildir; ölümün kıyısında kemikleri sayılan bir kadın bedenidir, “eroin şıklığıdır”.
Saçlardan ayakucuna tüm bir beden cinselleştirilmelidir. Burada kadın tümüyle şeyleşmiştir; yarı aralık bakışları kendine dönüktür, izlendiğini bilir, kendine dokunur, dudaklarını ısırır. Tüm bu cinsel-pornografik senaryolar, kültürün türlü unsurlarına sızmıştır. Tabu deviriyormuş gibi görünse de üçüncü sınıf komedi dizilerinden bile çıkan bu senaryodur, “makbul” hale gelen budur.
Bizde ise makbul başka gibi…
Örneğin geçen hafta Gülşen’in “Lolipop” isimli şarkı klibi epey konuşuldu. Gericilerin saldırısı karşısında “makbul çizgide” olunmadığını kanıtlamak için hemen de sahiplenildi bu klip.
Oysaki Gülşen klibinde az önce anlattığımız her şeyi uygulamıştı. Kadını şeyleştiren erkek egemen cinselleştirme buyruklarının hepsini harfiyen yerine getirmişti. Bir Twitter yorumcusunun dediği gibi bütün tuşlara basmıştı Gülşen. Yağlanmış, parlamış, incelmiş, lolipopuyla pembe dudaklarını kapatmış, kemiklerini ve yarı aralık bakışını sunmuştu.
Tüm bu şeyleşme performansını sahiplenmek gerçekten “makbul olmadığımızı” gösterir mi? Yoksa bir makbulü reddederken (AKP gericiği) bir diğerine (erkek egemen şeyleştirme) hızlıca teslim mi oluyoruz?
Elbette AKP rejimi dediğimizde ciddi bir yasaklama ve bastırma siyasetinden bahsediyoruz. Bu gerçeği bilmeyen ya da kabul etmeyen yoktur. Ne var ki aynı ölçüde bir başka gerçek de AKP rejiminin bir mazbutluk ve püritenlik rejimi olmadığıdır.
Hatta bir adım daha atalım. AKP rejiminin sıradanlaştırdığı yasaklama siyasetine atbaşı ilerleyen şey, Rejimin “şehvet talimleri” ve yoğun cinselleştirme hamleleridir.
Bale yapan çocukların bacaklarını sansürlemek, kadın sporcuların bedenlerini, varlıklarını yok saymak, aynı erotize etmenin, aynı kışkırtmanın, aynı “fethetme arzusunun” dışavurumu değil midir? Öpüşme sahnelerinin buzlanması, RTÜK’ün “yasaklı sahneleri”, yıllardır her gün bir yenisine tanık olduğumuz Diyanet fetvaları, sürekli bir şeylerden tahrik olan vaazcılar, kadınların dekoltelerinin şortlarının gündemin ilk sırasına yerleşmesi vb. tüm bunlar, kamusal yaşamı cinselleştirmenin bir biçimi değil midir?
Anasının dizinden tahrik olan da “regl olan çocuğa” cinsel olgunluk atfeden de buradan çıkmamış mıdır? Rejimin “özel hayatı” dizayn etme arzusu, kendisini en çok da buralarda, türlü yasaklı ve kışkırtılmış “cinsel senaryolarda” göstermemiş midir?
Eğer böyleyse, sözümüzü özel olarak “cinselleştirmemizin” bizi baştan muhalif kılacağını düşünemeyiz.
Elbette rejimin biyopolitikası, gözünü küçücük bedenlere diken ahlakı, bıyık buran namusçuluğu, sansürü varsa, bizim de yasak, sansür tanımayan “cinsel politikamız”, özgürlük anlayışımız olmalıdır. Onlar kızlı-erkekli hallere, sevişenlere, öpüşenlere kafayı takıyorsa biz flörtten, aşktan, cinsel eğitimden, cinsel sağlıktan bahsetmeli, buralarda kadınlar lehine mevzileri hedeflemeliyiz.
Rejimin “makbulü” ile bu ilkelerden savaşabiliriz. Ama yetmez.
“Cinsel özgürlüğü” ne gericilerin şehvet talimlerine ne de piyasacı liberal put deviricilere bırakmak mümkün değildir. Zira her ikisi de kadın bedenini, örtülü ya da değil, “aşırı cinselleştirme” ile kaplamaktadır.
Bu nedenle tabuları yıkmak için parodiye, bedenle sergilenecek performansa, infial ayarlı “yapıbozuma”, çıplaklık ve öpüşmeyle kutsanacak bir isyana ihtiyacımız yok(2). Hatta alabildiğine “cinselleştirilmiş” bir çağda bu performanslar, “cool itaatkarlıkların” ötesine uzanamıyor.
İhtiyacımız olan şey, gerici ya da “neoliberal ilerici” kanaldan tüm yaşamımızı cinselleştirenlere ikiyüzlülüklerini hatırlatmaktır. Bunun bir ucunda kürtaj hakkı, harem-selamlık eğitime karşı gelme, cinsel eğitim ve sağlık hakkı, şiddete karşı etkin savaş varsa, diğer ucunda pornografiye ve kadının fetişleştirilmesine karşı gelmek, ses çıkarmak vardır.
Bunlardan hiç bahsedilmeyecekse Lolipop’la ve öpüşmeli protest performanslarla idare edelim!
KAYNAKLAR
1- Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, Literatür Yayınları
2- 8 Mart'larda ve hatta Onur Yürüyüşlerinde gündeme gelen “cinsel performanslı protestoların” queer teori ve pratikte belli bir bağlamı vardır. Gülnur Acar’ın Butler eleştirisinde ifade ettiklerini aktarırsak daha açık hale gelir:
“Kimlik kategorilerinin yerlerinden edilmelerini mümkün kılacak olan edimler taklittir, parodidir, abartıdır (…) gösterilerin abartı ve tekrarlarla ötelenmesi, kimliklerin kendilerinin kurgusal, ‘yapay’, kurulmuş, hatta birer taklit olduklarının açığa çıkarılmasını sağlar. (Drag gösterileri gibi-EP)
(…) Bu teorinin sözcülerine göre, cinsiyetin toplumsal olarak inşa edilmiş olduğunu insanın bizzat bedeninde sergilemesi, cinsiyetler-ötesi (trans-gender) bir teori ve pratiği ima eder”
Gülnur Acar-Savran, Beden, Emek, Tarih, Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Yayınları, s.323