Antalya’ya gelmek…

Geçen gün bir dostumla oturduk. Antalya’da haddinden sıcak bir eylül, bizde bu kadar kusur kadı kızında da oluyormuş tarzı bir kabullenmişlik. Karşımda her şeyini bildiğim kadim dostum; laf döndü dolaştı Antalya’ya geldi. Sigarasından derin bir nefes çekip başladı anlatmaya.

“Ağabey” dedi. “Ben Akdeniz’i 97’den önce hiç görmemiştim; bir gördüm vuruldum. O gün, bu gündür işte vesselam” ve bundan sonrası noktası virgülüne aynen şudur:

“Önce Mersin’e indim ağabey; 97 Mayıs ayı. O zaman iki katlı şehirler arası otobüsler var onlarla geliyorum. Üst kat en öne de geçmişim ki keyfim gıcır. Pozantı taraflarında uyumuşum. Gözümü bir açtım aman Allah! Ne oluyor demeye kalmadı bir taraftan ter içindeyim; dışarıdan da tap tap bir ses. Zor bela araladım gözlerimi, palmiye yaprakları vuruyormuş meğer otobüsün camına. Öyle böyle derken üç gün sonra çıktım Mersin’den vurdum Antalya yoluna.

Yol üstünde Aydıncık diye bir yer var, ben de tabeladan okudum da öğrendim adını. Pırıl pırıl bir deniz ama tarifi namümkün. Güneş suya inmiş de sanki deli gibi göz kırpıyor adama. Dur dedim muavine, muavin benim akran bir bebe. Senin yolculuk Antalya değil miydi birader dedi herif. Birden “21 yaşındayım bana her yer Antalya” demek geçti, demedim.

Ertesi gün Antalya’ya geldim. Sabahın erken vakti ama hava gene de yakıcı ağabey. Bindim Kemer minibüsüne ama gözlerim hala kapanıyor uykudan. Birazdan bir yola girdik ağabey Allah seni inandırsın bana deseler bu yol direk cennete çıkar, o saniye inanırım yeminle.

Yol denizin dibinden habire kıvrılıyor; solum ışıl ışıl sonsuz deniz, sağım uçsuz bucaksız kızıl çam ağaçları. Vardım Antalya’da çalışan kuzenin yanına ağabey. O da hemen ertesi gün için plan yaptı sağ olsun. ‘Seni’ dedi; “Olimpos’a götüreyim kuzen”. O güne kadar Olimpos bende bir Yunan tanrısının adı. Neyse, bir motosiklet kiraladık vurduk yola. Yazır diye bir köye vardık. Olimpos’a varmadan hemen öncesi bir köy. ‘Duralım’ dedim kuzenime, durduk. İki dağın arasına deniz sermişler ağabey, sanki altın tozundan. Bir nefes alıyorsun ciğerler dile gelip şükranlarını sunuyor. Arkanda koca Musa Dağı, her yer orman her yer deniz. Hayatımda daha önce böyle bir vecd hali yaşamamışım. Döndüm kuzene, dedim. “Kuzen ben bundan sonra burada yaşar burada ölürüm be”

Bana olmaz dediler, buralarda sanayi de yok yarın bir gün turizmde işsiz de kalırsan mecbur kalır dönersin. Dönmedim ağabey, dönmedim.

Bir de bir kız sevdim ağabey; saçları kömür kara, gözleri yeşile çalar ama ela. Ben öldüm o dakka ağabey gömsünler zaten beni buraya. O gün söz verdim kendime, ben bu kentten ebedi ayrılmam, dertleri derdim olsun güzellikleri sevdam.”

Sigarasından derin bir nefes çekti dostum; gözleri buğulandı. “Çok çaresiz hissediyorum kendimi bazen ağabey” dedi. “Bak ne oldu şimdi. Betona gömdüler şehrimi, nefes bile alınmıyor artık buralarda, ağaçları kestiler, ormanları yaktılar, dereleri kuruttular. Ne yaptılar benim şehrime ağabey? Ne yaptılar?”

Rahatsızlığını belli eder şekilde iki yana doğru hareketlendi bedeni, devam etti. “Ben Antalyalı değilim ağabey, ama o benim kız kardeşim oldu. Şimdi ben böyle hissederken burada doğup büyüyenler, çocukluklarının anılarını şimdi betoncuların eline teslim ederken ne hissediyorlar? Ama sözüm olsun ağabey; sevdamın şehrine bunları yapanlara rahat uyumak da olmasın bu dünyada”

Dostum! Şehir hiçbir zaman onların değildi. Şehir, kendisini emek verenlerin dünyasına yeniden sunacağı güzel günlere hazırlıyor kendini. Yarattıkları yıkımı onarmak ne kadar sürer bilemem, ama bildiğim bir şey varsa o da bir gün şehirlerimizi onlardan geri alacağımızdır. Bizim en iyi bildiğimiz şey sevdiklerimiz için emek vermektir. Bu şehri sevenler tüm canlıların keyifle yaşadıkları bir şehri yeniden yaratmaktan çekinmezler. Sizin araçlarınızın egzozundan çıkan son ses, kuşlarımızın cıvıltısıyla yeniden bastırıldığında biz; sevgililerimizle yakamadığınız ormanlarda yürüyor ve zehirleyemediğiniz derelerimizden paçalarımızı sıvayarak geçiyor olacağız.