Özellikle “sosyal medyaya” yansıyan halleriyle öyle tartışmalar oluyor ki şöyle bir baktığınızda çok gereksiz ve anlamsız bulabilirsiniz.
Örneğin, İstanbul’un üç büyük futbol kulübünün taraftarları arasında sürüp giden “hangisi halkın takımı” çekişmelerinde olduğu gibi…
Her biri yüzyılı aşkın geçmişe sahip bu kulüpler, yakın dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye’si ya da nevzuhur Osmanlıspor değildir ki… Elbette “halktan” milyonlarca taraftarı, stadyumları dolduran on binlerce seyircisi olacaktır.
Bu anlamda hepsi “halkın” takımıdır…
Ama başka bir açıdan bakıldığında hiçbiri gerçek anlamda halkın takımı değildir.
Milyarlarla oynayacaksın, “flaş transfer” isteyen taraftarını hoşnut etmek için kesenin ağzını açacaksın, büyük yatırımlar peşinde koşacaksın, metalaştırma süreçlerinin parçası olacaksın, kulübü yüklü ihaleler kapmada araç olarak kullanacaksın ve elbette bunları yapabilmek için para babalarıyla ve onların siyasal iktidarlarıyla belirli bir “hukuk” kuracaksın, iyi geçineceksin.
Al sana “halkın takımı”…
Tartışma, daha doğrusu iddialaşma bir yerden sonra anlamsızdır; ama gene de bir mim koymak ve sormak gerekir: Hangi takımın “halkın takımı” olduğu tartışması eskiden pek yokken neden son dönemde kızışmıştır?
Sadece bu değil, devam edelim.
“Türk edebiyatının” üç Kemal’inden Tahir olanı neredeyse unutulmuşken Orhan Kemal neden bir bakıma yeniden keşfedilmekte, gençliğe ve sınıfa ilişkin titiz akademik çalışmalara esin verebilmektedir? (Gamze Yücesan-Özdemir, İnatçı Köstebek, Yordam 2014).
Yaşar Kemal neden bu kadar özlenmektedir?
Yılmaz Güney zaten hep vardı; Ahmet Kaya ve Neşet Ertaş neden sıkça hatırlanmakta ve hatırlatılmaktadır?
Dostoyevski’den mülhem karakterlerin hiç konuşmadan havaya baktıkları derin (ve uzun) sahnelerle bezenmiş, “iç hesaplaşma”, “geçmişle yüzleşme” vb. temalı filmlerin ardından “İftarlık Gazoz”un tartışma gündemine oturması bir tesadüf müdür?
Zamanında hayli tartışma konusu olmuş Köy Enstitülerine bugün daha başka bir gözle bakılması neye işaret etmektedir?
***
Tartışmaya açıktır; ama daha fazla uzatmadan meramımızı özetleyelim: Verilen örnekleri, Türkiye solunda yeniden filizlenmekte olan “halkçılığın” ya da “halkçı damarın” nüveleri olarak görüp böyle değerlendirmek mümkündür…
Karşı tarafta, AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın temsil ettiği bir tür popülizm vardır: Geri, tutucu ve ilkel ne varsa bunları daha da azdırma, gidebileceği en uç noktalara kadar götürüp bir canavar yaratma...
Solun, böyle bir popülizm karşısında kendi kabuğuna, “yüksek” olduğu varsayılan sanatsal-kültürel standartlarına büsbütün ricat etmeyip tarihsel konumuna içkin halktan, halkçı kökenlere, nüvelere ve simgeleşmiş isimlere tutunması olumlu bir yönelimdir.
Peki, liberal güruhun “elitistlik”, “halktan kopukluk” vb. salvoları solda böyle bir savunma refleksini tetiklemiş olamaz mı?
Yanıtı basittir: Tarihsel olarak bakıldığında Türkiye’de bir kuşak, solculuğa, liberal güruh ve eleştirileri zuhur etmeden çok önce, Ruhi Su’yla, Âşık İhsani’yle, Orhan Kemal’le, Yılmaz Güney’le, “sosyal içerikli filmlerle” başlamıştır.
Yani bugün başka bir şey yapmamakta, bu alanda yepyeni bir damar icat etmemekte, sadece bir bakıma aslına dönmektedir.
“Halkçılık” aşkına Recep İvedik filmleri izleyip “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısı söyleyecek hali de yoktur...
Son olarak: Sol, yaygın birtakım umacıları artık ciddiye almamalıdır; nasıl yurtseverliğin ille de milliyetçiliği getirmesi gibi bir determinizm yoksa halkçılığın her durumda ham popülizmle sonuçlanması da hiçbir şekilde yazgı değildir.
Bizim solcumuz “böyle konularda işini bilir…”