Anayurt Oteli, yazgıları içi içe geçmiş iki varlığın romanıdır. Büyük toprak sahibi bir ailenin romanesk mekânından, verimli toprakların merkezinde yer alan bir kasabanın “Anayurt Oteli”ne dönüşen bir konakla, bu konağın odalarından birinde doğan, otel kâtibi Zebercet’in romanı. Zebercet, gösterişli ve eşsiz adına1 karşılık, bir romanı olamayacak kadar edilgin ve silik bir kişiliktir. En azından klasik roman açısından böyledir bu.
Bir romanı olmak ne demektir? Bu sorunun cevabını ararken, Nâbizâde Nâzım’ın 19. Yüzyıl Akdeniz köyünü anlattığı, 1891 tarihli uzun öyküsündeki Karabibik için yazdıkları ipucu olabilir: “Eftelya da Karabibik’e karşı pek serbest davranmakta, onunla açık açık şakalaşmaktaydı. Karabibik’in olanca aşkı, şu birkaç dakikalıktı. Bir çirkin gülümseme, bir iki bayağı nükte, içinden doğru gelen kısa bir çığlık: İşte ömrünün romanı bu kadarcıktı.”2 Karabibik, bütün tutkusu bir çift öküz sahibi olmaktan öteye geçmeyen bir köylüdür. “Gerçekçilik akımında yazılmış roman okumamışsanız, işte size bir tane ben sunayım.”3 diye yola çıkan Nâbizâde Nâzım, Karabibik’in romanı olmadığını, bu köylü yaşamın yoksulluğu ve yoksunluğunu göstermek için yazdığını burada açıklığa kavuşturur4. Klasik gerçekçi romandaki kişinin, romanesk bir yaşamı vardır. Toplumsal ve tarihsel süreçlerin içinde oradan oraya sürüklenen, karşı duruşuyla, tutkularıyla ayakta kalmaya çalışan kişilikler anlatılır çoğunlukla. Bu kişilik, Oblomov bile olsa, en azından anti-tezi Ştoltz’u ya da Rus toplumunda onun panzehiri niyetine algılanan Olga’yı da anlatır bize romancı. Zebercet ise, taşrada, sınırlı tipteki müşterilerin gelip kaldığı bir otelin rutin işlerini çekip çeviren ve hayatı iniş çıkışsız görünen bir kâtiptir.
Kasabanın Oblomov’u ve yabancısı Zebercet
Zebercet’i biraz Oblomov’a benzetebiliriz, otelden dışarıya adım atmaz. Ne zaman berbere gideceği bile bellidir. Bu sıradan ve rutin yaşamının akışını, bir akşam “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” bozar. Onunla karşılaşmasıyla Zebercet’in yaşamının zembereği atar ve 33 yıldır birikmiş yoksunluklarının acısıyla deli gibi arayışa geçer.
Otelden dışarıya çıkmaya başladığında, ilk kez içkili lokantaya gittiğinde, parkta oturduğunda kasabada bir yabancı gibidir, onu kimse tanımaz. Oysa kasabalar herkesin birbirini tanıdığı, bildiği yerlerdir. Dedikodu ile sürekli gözetim altında tuttuğu, özgürlüğünü kısıtladığı mekânlardır. Bir kasabının otelini işlettiği halde, çünkü otel, kasaba yaşamında merkezi bir yerde durmaktadır, onun tanınmaması, insan yerine konmadığını, önemsenmediğini gösterir. Bu, Yusuf Atılgan’ın çok çarpıcı gözlemlerle sunduğu taşra şiddetinin bir başka boyutudur. Taşrada, özellikle alt sınıflar için, insan yerine konmama, yaşamın olağan durumu olmuştur. Mütegallibelerin konaklarında büyüyen “besleme” kızlara yapılanlar bunun bir yanını gösterir. Zebercet’in annesi Saide, “Belki de Rüstem Bey’in babasının bir beslemeden piçiydi. Haşim Bey beslemeleri rahat bırakmazmış.”5 İnsana zenginliğine göre değer verilen toplumsal koşullarda, ezilen sınıftan gelenlerin adı bile belirsizdir. Babası ölünce, imam, cenaze töreninde ninesinin adını sorar, Zebercet bilmemektedir.
“Altmış üç yaşındaydı. Bir ilkyaz sabahı yarımay biçimi yüksek masanın arkasındaki koltukta otururken öldü. Ölü kaldırıcılar bulundu. Avluda yıkadılar. Gömüldükten sonra imam ninesinin adını sordu. Bilmiyordu. Aşağıda ya da yukarıda bir karışıklık olmasın diye uydurma bir ad vermedi. Başını eğdi, kızardı. ‘Zarar yok oğlum, hepimizin anası bir’ dedi imam.”6
Köylülerin durumu da farklı değildir. Otelin temizlik işçisi Zeynep’in yaşadıkları da, insanı yalnızca bir nesne durumuna indirgeyen bu şiddet dolu yaşam koşullarının sonucudur. Evlendiği adam, “kız çıkmadı” diye ertesi gün kovar. Bütün köyün erkekleri için cinsel bir nesnedir artık. Belki de, bundan kurtuluş için kasabaya getirilen, kimsenin arayıp sormadığı, yıldan yıla dayısının gelip birikmiş aylıklarını alıp götürdüğü Zeynep, bütün yaşamı otelin işlerini görmek ve uzun uzun uyumak olan Zeynep, o da Zebercet benzeri insani değerlerden yoksun bir yaşamın kurbanıdır. Onu ve kendini öldüren Zebercet, bu duruma akıldışı bir isyanı mı simgeler?
Zebercet, biraz Oblomov’un akrabasıysa, biraz da Albert Camus’nün Yabancı’sıdır. Burada da işlenmiş, anlamsız görünen bir cinayet ve yaşamı kavramaktan aciz kanunların yargıladığı insan vardır. Bunaltıcı bir yaşam yazgısına ve kanunların yargısına dayanamayan bir insanın akıldışı tepkisi vardır. Zebercet başkasının cinayet davasını izleyerek, kendi davasını, kendi yargısını yaşar.
Anayurt Oteli’nin zaman ve mekânı
Zebercet, Anayurt Oteli’nde günlük yaşamını dakikalarla, saatlerle ölçülü biçimde sürdürürken, gerçekte kasaba ölçeğinde on yıldır zamanı durmuştur. Rutin işlerin içinde, ilerlemeyen, yaşamda hiçbir değişiklik getirmeyen bir zamanda varolmaktadır.
Mekân ise, birikmiş bir zamanın üst üste yığıldığı bir yerdir; konakta yaşananlar, en az yüz elli yıllık bir romanesk tarih, Zebercet’in donmuş zamanı içinde, belleğinden taşarak su yüzüne çıkar. Konağın tarihçesi, mütegallibe ailenin yükseliş ve çöküş sürecinin parçalı anlatımı, Zebercet’in yıkımıyla paralel biçimde kurgulanmıştır. Ninesinin adını bilmeyen Zebercet, anasının anlattıklarıyla Keçecizade ailesinin tarihçesini pek iyi bilmektedir. Yusuf Atılgan, onun birkaç haftayı geçmeyen gerçek zamanını anlatırken, araya bu tarihçeyi de serpiştirir. Zebercet’in yoksun ve ezilmiş yaşamının sürdüğü tarihsel ve toplumsal çevreyi görmüş oluruz.
Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’nde romanesk süreçleri, hiç de romanesk olmayan bir kişiyle anlatmaya girişmiştir. Zebercet’in bu eksiğini, bir mütegallibe ailenin çöküş sahnesinde, konaktan otele çevrilen mekân çerçevesinde kapatmıştır. Yirminci yüzyıl romanının gerçekçi romanesk anlayışını bıraktığını, kişilerinin eylemlerini odağa almaktan roman kişilerinin içdünyalarını merkeze koyan bir romana yöneldiğini, kişinin bilincinden görülen dış dünya ile içdünya arasındaki çatışmadan yeni bir romanesk çıkardığını, söyleyebiliriz. Yusuf Atılgan’ın Zebercet’i de böyle bir roman kişisidir.
Yedi aylık doğmuştur ve yaptığı yaramazlıklar karşısında, “annenin karnında bile dokuz ay bekleyemedin” diye azarlanmıştır. Bu tutum sürekli yinelenerek Zebercet’i sabırlı, sakin ve kendi kabuğunda yaşayan bir sümüklüböceğe çevirmiştir. Dayanılmayacak ölçüde yalnız biridir. Onu acı sona sürükleyen de hiçbir sevgi umudu bulamadığı bu yalnızlık çemberi olacaktır.
Romanda, tarihteki, önemli dönüşüm zamanlarına özel bir ilgi gösterilmiştir. Konağın yapıldığı tarih, 1839’dur, Tanzimat’ın ilan edildiği yıl. Hürriyet Devrimi, 2. Meşrutiyet’in ilanı, Yunanların işgal ettiği kasabadan çekilmeleri ve çıkan yangın, romanın olayları bağladığı belirli nirengi noktalarıdır. Adının Anayurt Oteli olması, yazarın, en azından 120 yıllık bir zaman kesitinde, romanın geçtiği tarih 1963’tür, ülkedeki toplumsal değişmeyi ana çizgilerle simgeleştirerek anlatmayı denediğini düşündürür. Otelin ve Zebercet’in öyküsü, ülke ölçeğinde tarihsel değişmelerin taşradaki yankısı üstünde akar. Yusuf Atılgan bu yakın tarihin bilinen kodlarına eleştirel darbeler indirir. Hep görülen ve gösterilen biçiminin arkasındaki sömürüyü, sahtelikleri, ikiyüzlülükleri ortaya çıkarır. Anayurt Oteli’ni, bu tarihsel dönüşümler, kasabada pek köklü değişimler yaratmamıştır, diye okumak da mümkündür. Ülkeyi simgeleyen otelin adı bile gerçeği bastırıcı bir seçime dayanır:
“Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: ANAYURT OTELİ. (Düşman elindeyken belirli bir direnme göstermemiş kasaba ya da kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisi belki.)”7
Yusuf Atılgan’ın taşrası
Taşra, bir yanıyla büyük bir yoksulluktur. Taşra deyince aklımıza gelenler kısıtlanmışlık, eskimişlik, vurdumduymazlık, çürümüşlüktür. Anayurt Oteli’nin çizdiği taşrada bu özellikleri her ayrıntıda görürüz. Taşra unutulmuşluk ve köhnemişlik mekânıdır. Yusuf Atılgan otelin tabelasını şöyle betimler:
“İstasyon alanından otele çıkan sokağın başında bir çam ağacının gövdesine tenekeden kesilmiş, koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı, ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıya dönmüş toprağı gösteriyor, otelin yeraltında olduğu sanısını veriyor insana.”8
Anayurt Oteli’nin akraba olduğu yapıtlardan birinin de, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı olduğunu söyleyebiliriz. Zebercet’in gecikmeli Ankara treniyle otele gelen kadınla karşılaşmasından sonra, olağan, bastırılmış akışında sürüp giden, yeraltında bir yaşamın patlamasına tanık oluruz. Zebercet’in, kendisine, “Ne dikildin orda ulan, yol üstünde maşatlık taşı gibi. Bas git hadi!”9 diyen kestaneci karşısındaki tepkisi, tıpkı Dostoyevski’nin yeraltı adamı gibi, alabildiğine incinmiş ve intikam arzusuyla doludur. Kestaneciye haddini bildirmek için kendi kendini yer.
“Birisi güldü. Zebercet birden dönüp kaldırım boyunca yürüdü. “Maşatlık taşı…” Kollarını silkti; yanaklarını ovuşturdu. “Taş gibi miyim gerçekten?” Önemli olan adamın benzetmesi değil aşağılayıcı davranışıydı. O anda neler yapılmazdı bu kabalığa karşı. Oysa kaçmıştı işte; olanakların en kolayını seçmişti bilmeden. Başka bir durumda kaçmak gereksizdi. Nereye gitse ardından geleceklerdi; Halil Onbaşı’nın köyüne bile. Ne yapardı orada? Beş gündür, özellikle bugün olanaklarda bir azalma olmamış mıydı? Kaçmayacaktı. Durumunu başkalarının yargısına bırakmayacaktı. Başka olanaklar da vardı elbet. Kestaneciyle bile. Şimdi de. “Gidip önünde durulur maşatlık taşı sensin ulan
Maşatlık taşı babandır ulan
anandır ulan
karındır
…”10
Bu bölümce boyunca, Yusuf Atılgan, Zebercet’in kestaneciyle düşsel çatışmasıyla iç içe, durumunu düşünmesini anlatır. Öldürdüğü Zeynep’in cesedinden kurtaracak çareler ararken, kestanecinin incittiği onurunu kurtarmak için ona haddini bildirmektedir. Ama bütün yapabildiği hiçbir şey olmamış gibi gidip yeniden kestane almaktır. Ona hakaret eden kestaneci onu tanımamıştır bile. Zebercet’in toplumsal bir varlığı yoktur. Yaşamının olağan akışı bozulunca bunu görür. Toplumsal yaşamı olmadan, başkalarıyla insani bir dünyayı paylaşmadan varolmanın acısı, yalnızlığı onu yıkıma götürür. Birlikte sinemaya gittiği gencin bacağına dokunan bacağının sıcaklığının bu kadar sarsıcı olması bu yalnızlık nedeniyledir.
Taşrada ya da Yusuf Atılgan’ın bize gösterdiği toplum dünyasında herkes ve her şey bir işlev için vardır; kullanıldığı kadarıyla bir değerdir. Horoz dövüşünde yenilen horozu, sahibinin hiç acımadan fırlatıp duvara çarpması bu hoyrat mantığın bir yansımasıysa, Zebercet’in geceleri uyurken koynuna girdiği Zeynep’in konumu da benzerdir. Zebercet, bunun dışında bir ilişki biçimi, insani duyarlılık içeren bir gerçek aramaktadır. Ankara treniyle gelen kadının unuttuğu havluyu ve yastığı onun yerine koyup düşleri içinde cinsel tatmine uğraşırken, uykuda seviştiği temizlikçi kadından daha insani bir dünyaya kavuştuğu bile söylenebilir. Yanılsama içinde de olsa, soru cevaplarını kendinin uydurduğu bir diyalog içinde de yaşasa, varoluşunun toplumsal yanını bütünleyecek bir sevgi dünyasına girmektedir. Halil Şahan, 2014 yılında Sevgili Halil Kardeş adıyla yayınladığı, Yusuf Atılgan’ın kendisine yazdığı mektupları sunarken, yazarın Anayurt Oteli için, hiç “sevgi” sözcüğünü kullanmadan sevginin romanını yazdığını söylediğini11 belirtir.
Horoz dövüşünde tanıştığı ve sinemada insan sıcaklığı duyduğu genci aramaya giderken, önce içkili lokantaya uğrar. “Dövüşe geç kalmıyor muydu? Rakısından iki-üç yudum daha içti. İnsanca bir yakınlığa, sıcaklığa…”12 Anayurt Oteli’nin kasabasında böyle bir toplumsal yakınlığın zerresi yoktur.
Zebercet’in yeraltısı, yeryüzüne çıkarken, sonunu belirleyen model, mütegallibenin duyarlı oğlu, yengesine âşık Faruk olacaktır. Yusuf Atılgan, kitabın sonlarına doğru, Zebercet’in bilinç akışı içinden Faruk’u anlatırken lirik diyebileceğimiz parçalar yazmıştır. Okurda, Zebercet’in sonuna duyulan duyarlılığı yoğunlaştırmada, Faruk’un karşılıksız aşkının öyküsünün uyandırdığı içliliğin de katkısı vardır.
Sonuç
Yusuf Atılgan, çok zengin yorumlamalara ve çağrışımlara açık bir roman yazmıştır. Anayurt Oteli, bambaşka yönlerden, değişik okumalara ve yorumlara elverecek, ince ama yoğun bir kitaptır. Taşra yaşamından getirdiği ayrıntılı gözlemler ve üzerinde çok iyi çalışılmış dili de bu yoğunluğa katkıda bulunur. Fethi Naci’nin, Aylak Adam romanı için yaptığı dil değerlendirmesi Anayurt Oteli için de geçerlidir: “Atılgan, romanının her cümlesi üzerinde sabırla çalışmış, belli, her cümle, güzel bir şiirdeki sözcükler gibi, yerli yerine oturmuş. Bilinçli bir dil çabası var. Üstelik üslubu var.”13 Bu dil ve üslup başarısı, romanesk diyemeyeceğimiz bir kişinin beş on gününün anlatımından, yüz elli yıllık bir taşra yaşamının çürümüş, insanlıkdışı, hoyrat gerçeğine yoğun bir ışık düşürebilmiştir.
Bu kadar yoğun bir anlatım, kitabı okumayı biraz zorlaştırmaktadır. Anayurt Oteli, göründüğü kısalıkta olmayan bir romandır.
1973 yılında yayımlanmıştır ve 1963 yılında geçen olayları kurgulamıştır. Türkiye’nin 1960 27 Mayıs’ı ile yıktığı duvarların, aştığı toplumsal barajların etkisi görülmez. Ya Yusuf Atılgan, romanındaki tarih anlayışına bağlı olarak, tarihsel değişmelerin taşrayı pek fazla değiştirmediğini düşündüğü için bu muhteşem 60’lar coşkusundan habersiz görünmektedir ya da yaşamının büyük bölümünü Manisa’nın bir köyünde geçiren yazar, bu değişmelerin önemini görememektedir. Taşranın karanlığı ve yalnızlığı onu da kuşatmıştır.
1 Doğumu yaptıran ebenin önerisiyle bu adın verilişi şöyle anlatılır: “Belemiş, avcuna almış, el kadar bir şey. ‘Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını’ dedi. Hemen kulağına eğildim.’ Böylece bu pek rastlanmayan ad konmuş çocuğa.” (Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, s. 13, 2013, İstanbul).
2Nâbizâde Nâzım, Karabibik, s. 48, Bordo Siyah Türk Klasikleri, 2003, İstanbul.
3A.g.e., s.19.
4 Gerçi, hiçbir romanesk yaşam süreci olmasa da, bu yoksulluğun içindeki insanın ne büyük romanı olabildiğini Dostoyevski’nin İnsancıklar’ından biliyoruz.
5 Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, s. 28, 2013, İstanbul.
6A.g.e., s. 14.
7A.g.e., s. 11.
8A.g.e., s. 12.
9A.g.e., s.83.
10A.g.e., s. 83.
11 Halil Şahan, Yusuf Atılgan, Sevgili Halil Kardeş Köye Mektuplar, Edebi Şeyler, 2014, İstanbul.
12A.g.e., s.88.
13 Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, s. 352, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, İstanbul.