Genel olarak siyasete bakış söz konusu olduğunda Türkiye’deki sosyalistlerin kendi aralarında sanki köklü farklılıklar varmış gibi görünür; ancak bu durumun birbirinden gerçekten çok farklı konumlardan mı yoksa birtakım “ortak eksikliklerden” mi kaynaklandığı tartışmaya değer bir başlıktır.
Bir bakalım.
Sosyalist mücadelede yer alan bir öznesiniz. Bu kimliğinizle, 1) bağımsız bir hattınız ve 2) her durumda gözettiğiniz nihai hedefiniz var. Sonra, bunlardan kalkarak gözlerinizi ülkedeki genel siyasal duruma çeviriyorsunuz. Burada, özellikle sınıf hareketinin henüz zayıf kaldığı koşullarda başat aktörler olarak emperyalist merkezleri, sermaye sınıfını, siyasal iktidarı ve düzen içi diğer siyasal aktörleri görüyorsunuz. Hepsinden hareketle belirli bir analiz yapıyorsunuz ve kendi konumunuzu belirliyorsunuz…
Neresi yanlış?
Yanlış yok da, bu kadarının gerekli ama yeterli olmayacağı söylenmelidir. Ancak, nerede neyin eksik kaldığına geçmeden önce, bu kadarında bile sakınca yaratabilecek belirli bir anlayışa işaret edelim. Bu anlayışta genel siyasal durumu analiz eden özne, emperyalist odaklar ve sermaye sınıfı açısından en fazla arzu edilen, en “akılcı” denebilecek yeni şekillenmeye ilişkin çıkarımlarda bulunur, sonra bu çıkarımları mutlaklaştırır ve kendi güncel konumunu da tamamen buradan hareketle belirler…
Önemli iki sakıncası vardır.
Birincisi, güncelliğe, konunun art zamanlı ya da tarihsel boyutunu pek dikkate almadan odaklanır. Oysa tarihsel boyut, güncel durumdan nelerin çıkabileceğine ilişkin alternatifleri sadeleştirici, kimilerini gündem dışı bırakıcı, kimilerini de ciddi ölçülerde rötuşlayışı bir işleve sahiptir. Bu boyut dikkate alınmayıp yalnızca verili güncelliğe odaklanıldığında, gerçekten “en makul” görünen her neyse işte o, özneyi adeta esir alır, başka olasılıkları düşünemez hale getirir.
Yakın bir dönemde dillerde dolaşan “büyük liberal dalga” ya da “restorasyon” örneklerinde görüldüğü gibi…
Sözü edilen anlayışın ikinci sakıncası ise, emperyalist odaklar ve sermaye sınıfı bir yana düzen içi siyasal aktörlerin “en makul” görünen şekillenmeyle çelişecek ya da o şekillenmeye kendi “istenmeyen” ağırlıklarını koyacak inada ve siyasal özerkliğe sahip olabileceklerinin görülmemesiyle ilgilidir.
Oysa siyasetin kendi “özerk” dinamikleri vardır. Zaten olmasaydı Erdoğan çoktan “gitmiş”, AKP’nin “defteri dürülmüş”, Abdullah Gül ya da benzerleri de sahneye çıkıp kılıçlarını atmış olurlardı…
***
Az önce, “gerekli, ama yeterli değil” demiştik.
Sosyalist öznenin “durum analizi” elbette gereklidir de, her analizin “duruma müdahale” yollarını ve kanallarını kendiliğinden içereceğini söyleyemeyiz. Öyle analizler olur ki sahibine ne yapması gerektiğinden çok nerede durması gerektiğini gösterir. Böylece siz de bir yerde “durursunuz”, orada kendinizi gösterip “bakın buradayım, gelin” dersiniz.
Tamam, gerçekten “duruştur”, ama siyaset değildir…
O zaman daha açık konuşalım: Düzen siyaseti alanında belirli bir şekillenme yerine başka birinin gerçekleşmesine, giderek düzen siyasetindeki krizin derinleşmesine katkıda bulunacak her müdahale, öznenin analizci durumdan eylemci duruma geçişi anlamına gelir ve bu da gerçek anlamda siyaset yapmak demektir.
Peki ya bu anlamda siyaset yapacağım derken kendi dışındaki daha büyük öznelerin “oyuncağı” olursan? Kendi bağımsız hattını unutup onların eklentisi haline gelirsen?
Böyle bir risk elbette vardır; ama riskten kaçınmanın yolları ve imkânları, riskin kendisinden daha zengin, daha çok yönlüdür. Türkiye sosyalist hareketi, güncel siyasetin yol aldığı süreçleri, elini verenin kolunu kaptırmasının mutlak kural olarak işlediği bir oyunlar, tezgâhlar, kumpaslar ve entrikalar kumkuması gibi görmekten vaz geçmelidir.
Yok, eğer önümüzde didişip duran AKP, CHP, HDP ve MHP’nin kayıkçı dövüşü yaptıklarını, aslında hepsinin “sosyalizm düşmanlığında” ortaklaşıp aralarındaki işbölümüyle bunun gereklerini yerine getirmekte olduklarını düşünüyorsanız, o başka…
O zaman siyasete selam, analizlere devam deyin olsun bitsin.