"Yeni normal"

Hep sorulur:

Dünya (bu arada Türkiye) nereye gidiyor?

Soru elbette anlamsız değildir; ama gene de en başta sorulması gereken başka bir soru vardır:

İlle de “bir yere” gitmesi mi gerekiyor?

Daha doğrusu, belirli özellikleriyle az çok istikrarlı bir durum tanımlayıp “işte, buraya gidiyor” demek mümkün müdür?

Açık konuşalım:

Bugünkü dünyanın (ve Türkiye’nin) “nereye gittiği” sorusu, sol tarafından, mutasavver (akıldan geçen, akla yakın görünen) bir “denge”, “düzen” ya da “oturmuşluk” bağlamında, hep bunlar gözetilerek soruluyorsa, ortada soru ötesinde bir de sorun vardır.

Sorun, Marksizm’in öncülü bir birikim, gericiliğe karşı mücadelede vazgeçilmez bir zemin olarak Aydınlanma düşüncesinin kopulması gereken yerlerinden kopulmamış olmasıyla ilgilidir (Hep Kemalizm’den kopulacak değil ya) .

Daha açık konuşalım:

Bugün kapitalizm dünyanın her noktasına nüfuz edip orada kendini yeniden üretmektedir. Üstelik bunu, alternatif-karşıt bir sistemin sınırlamalarıyla, meydan okumasıyla karşılaşmadan yapabilmektedir. Böyle bir ortamda, sermaye birikim süreçlerine ve ona eşlik eden sınıf mücadelelerine aşkın bir “aklın” kapitalizmin bekası (kalıcılığı) adına dünyaya az çok oturmuş bir düzen ya da denge getirebileceği düşüncesi sakat bir düşüncedir.

Kendi tarihsel gelişim sürecinde materyalizmden yola çıkan Aydınlanma’nın, “akıl”, “mantık”, “rasyonalite” adına idealizme davetiye çıkardığı noktalardan biri de buradadır.  

Yanlış anlaşılmasın: Kuşkusuz “karşı taraftaki” her öznenin gönlünde bir aslan yatmaktadır… Emperyalist merkezler, uluslararası-ulusal finans kurumları, bunların kendi içlerindeki öbekler, sermaye sınıfının siyasetçileri, ideologları, stratejistleri, think tank’leri… Her birinin kendi “dünya vizyonu” olabilir, vardır… Dahası, hepsinin üzerinde anlaştıkları asgari müşterekler de olabilir…

Bu yönde çeşitli eylemlere geçtikleri, girişimlerde bulundukları da söylenebilir…

Gelgelelim, hiçbiri ya da hepsinin toplamı, günümüz kapitalizminde dünyaya istediği zaman istediği şekli verecek bir akla baliğ olamaz (o edemez, oraya erişemez). Nedeni, zihinsel engellilik değil, kapitalizmin nesnel dinamiklerinin, kendi içinden çıkarabileceği her tür “akıl” karşısında öncelik ve belirleyicilik taşımasıdır.

Özellikle 1991’den günümüze uzanan ve ne kadar devam edeceği bugün bilinemeyecek dönem için böyledir...

***

Erinç hoca (Yeldan) geçenlerde dünya kapitalizminin 2008 yılından bu yana yaşadığı ve geri çevrilemeyen krizin somut göstergelerini yazarken son dönemde yaygın kullanılan bir kavrama işaret etti “yeni normal…”

Şu oluyor: “Aklı”, politikaları, kurumları seferber ediyorsun, olmuyor… Önleyemiyorsun, artıramıyorsun, azaltamıyorsun vb. Sonra ortadaki gerçekliği “yeni normal” sayıp buradan yürümeye çalışıyorsun. Aklın, politikaların ve kurumların yetmemesi nedeniyle daha sonra ortaya çıkacak yeni “yeni normallere” kadar…

Erinç hoca ekliyor: “(…) yeni normal diye anılan koşulların Türkiye benzeri çevre ülkelerindeki sosyal yansıması ise ‘rekabetçi otoriterliğe’ dayalı siyasal şiddet olarak tezahür ediyor.”  (Kapitalizmin 21. Yüzyılı, Cumhuriyet, 8 Haziran 2016).

Şimdi, “sıkıştırıcı” soru: “Aşkın bir akıl yok diyorsun… Ya ABD’de Trump, Fransa’da Le Pen, Orta Avrupa ülkelerinde başkaları, Türkiye’de AKP-Erdoğan ve ‘rekabetçi otoriterlik’ hep bir ‘aklın’ sonuçlarıysa?” 

Kesinlikle değildir, reddedilmelidir.

En başta, ne materyalist ne de Marksist bir yaklaşımdır…

Hepsi, kapitalizmin iyiden iyiye serbestleşen ve azgınlaşan kendi dinamiklerinin a posteriori sonuçları ya da “yeni normalleridir”…

Yok, eğer bunları kapitalizmin yeni “üst aklının” bilinçli tercihleri olarak görmekte ısrar edeceksek…

O zaman en azından şu “liberal dalga”, “restorasyon”, “ülkeleri sola yönettirme” gibi tezlerden vaz geçelim ki…

En azından kendi içimizde tutarlı olalım.