Aman akıllarına düşürmeyelim!

Türkiye’de sosyalist hareketin 1960’lardan bu yana birbirinden hayli farklı yerlerde duran öbeklerce temsil edildiğini biliyoruz.

Kimileri kendini en başta “devrimci” olarak tanımlarken, “sosyalist” adını yeterli bulanlar, bu arada “komünist” tanımına özel önem verenler de vardır. Geçmişte “Sovyetik” çizgide yer alanlardan, “Maoculuğu” benimseyenlerden ya da bunların dışında “üçüncü yolu” sahiplenenlerden de söz edebiliriz.

Daha uzatılabilir, ancak gereği yok; çünkü meramımız başka…

Aslında, durdukları yerler ne kadar farklı olursa olsun bu öbeklerin tamamının uzunca bir dönem hep aynı siyaset denkleminde ortaklaştıkları söylenebilir. Hepsi, belirli bir tarzda, anlayışta ya da yaklaşımda ortaklaşıyordu. Denklem, başka her şeyden önce, örgütün/hareketin güçlenmesi, kitleselleşmesi için yapılması gerekenler üzerinden kurulurdu. Karşıda, nasıl tanımlanmış olursa olsun yıkılması gereken bir düzen/sistem olurdu. Asıl mesele de bu düzenin yıkılmasına giden yolda nasıl güçlenileceği, nasıl örgütlenileceği, ideolojik-siyasal mücadelenin nasıl verileceği idi…

Ne yani, bugün de tam tamına böyle değil mi?

Bize pek değil gibi geliyor.

Görebildiğimiz kadarıyla, sosyalist hareketin az önce kısaca özetlenen daha sade denklemine son dönemde yeni bir değişken daha eklenmiş bulunuyor. Öyle bir değişken ki başka her şeyi etkiliyor; mücadelede, başka her şeyden önce bunun dikkate alınması gerekiyor.

Bu değişken, belirli güçlerin ya da odakların Türkiye’yi sürüklemek istedikleri birtakım “yerlerdir.” Sonra, bu güçler salt Türkiye’yi bir yerlere sürükleme melanetiyle yetinmemekte, bir de hiç ama hiç ihmal etmeden sosyalist harekete şeytani tuzaklar kurmakta, olmadık oyunlara başvurmaktadır.

Likidasyon…

Liberal iğva (baştan çıkarma, ayartma)…

Solu bir yerlere eklemleme…

Ölümü gösterip sıtmaya razı etme…

Ve daha neler neler… Hepsi, “düzenin” ya da o şeytani odak kimse ve neyse onun repertuarındadır.

Sonuçta sosyalist hareket kendi yerleşik denkleminde köklü bir değişikliğe gitme gereği duymaktadır. Artık, nasıl güçlenip kitleselleşileceğinden, düzenin nerelerine nasıl saldırmak gerektiğinden daha baskın bir sorun gündeme oturmuştur: Birtakım şeytani planlara karşı sosyalist hareketin kendini nasıl savunacağı, nasıl tahkim edeceği ve bütün bunlara karşı nasıl bağışıklık kazanacağı…

Bu iş öteden beri hep böyleydi de şimdi biz mi olayı çarpıtıyoruz?

Düşünelim:

1960-80 arasında ATÜT (Asya tipi üretim tarzı) denmiştir, Aybar “sömürü” yerine “horlanma” teorisini denemiştir, işçi sınıfı-zinde güçler tartışılmıştır, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilenme biçimi değerlendirilmiştir, “emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi” tespiti yapılmış, “suni denge” kavramı ortaya atılmıştır…

Hepsinde bir savunma refleksi değil, bir arayış, daha ileri bir hamle için dayanak bulma çabası söz konusudur.

Yani Türkiye sosyalist hareketi bu dönemde başka her işi bırakıp “acaba bana hangi şeytani tuzaklar kuruluyor?” tefekkürüne dalmamıştır. Bu arada İnönü’nün “ortanın solu” çıkışı ile daha sonra Ecevit’in mavi dalgasını da yerli yerine oturtmuş, “ne yapsak ki acaba?” paniğine kapılmamıştır.

Peki, bütün bu söylenenler herhangi bir odağın sola tuzak kurup onu yolundan saptırmayı hiç denemeyeceği, “ne halleri varsa görsünler” demekle yetineceği anlamına mı geliyor?

Elbette böyle değil; ancak, denklem kurulurken neyin başa konulacağı kritik önemdedir. En başa “sosyalist harekete kurulan tuzakları” koyup bunun önlemlerine yoğunlaşmakla en başa sosyalist hareket nasıl güçlenip kitleselleşir sorusunu yerleştirip buradan devam etmek arasındaki fark sanıldığından daha önemlidir.

Biz denklemi gene eskiden olduğu gibi kuralım; karşımıza yıkılası düzeni koyup buraya yüklenmenin yollarını arayalım.

Sonra, “sosyalist harekete kurulan tuzaklar” ara sıra aklımıza gelse bile öyle fazla dillendirmeyelim…

Olur ya, belki adamların aklında hiç yokken biz düşürmüş oluruz…