Al birini vur ötekine yazısı…

Dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir ülkedeki sosyalist topluluğu düşünün. Aralarındaki farklılıklara rağmen bu topluluğa mensup insanların hepsi aynı yerde, “sosyalistler” kümesinde yer alsın. Topluluğun, yaşadığı ülkenin ötesinde dünyanın gidişatı, gelişmelerin en azından yakın gelecekteki seyri gibi konularda “önünü görmek” istemesi doğaldır. Bu konularda çeşitli fikirler, öngörüler, vizyonlar geliştirilmesi de…

30 yıl öncesine kadar bu iş görece kolaydı.

Örneğin, parçalara ve parçaların yerleştirilmesine ilişkin değerlendirmeler birbirinden çok farklı olsa bile “Sovyetik” çizgide yer alanlar da, Maocular da, Troçkistler de, sosyalizm iddiasını sürdüren başkaları da önlerinde ayrım çizgileri hayli net çizilmiş bir dünya buluyorlardı. Başka bir deyişle tablo hep aynıydı da farklılıklar tablodaki unsurlardan hangisinin nereye yerleştirilmesi gerektiğiyle ilgiliydi.    

Tablo 30 yıl kadar önce ortadan kalkınca, sosyalist toplulukta yeni bir arayış başladı. Bu arayışa damga vuran özellik, sosyalistlerin kendi çıkış yollarını bu kez kendilerinin değil başkalarının geliştirdiği “vizyonlar” bağlamında, bu vizyonları “kendilerine doğru” çekiştirerek aramaya başlamalarıydı.

Liberal ve ulusalcı vizyonlardan söz ettiğimiz herhalde anlaşılmıştır.

***

Türkiye’deki sosyalist topluluğa gelirsek…

Bize göre, bu topluluğun ana gövdesi her iki vizyonun da dışında kalmıştır ve bugün de öyledir. Ne var ki kendi arayışlarında iki vizyondan hiç etkilenmediğini söylemek mümkün görünmemektedir. “Etkilenme” dedik, açıklık getirelim: Türkiye’deki sosyalist topluluğun ana gövdesi iki vizyondan birine bakıp “Doğru söylüyorlar” dememiştir; aslında kendisine ait olan kimi değerlerin, ilkelerin vb. iki vizyondan biri ya da diğeri tarafından sahiplenilir görünmesi belirli bir muğlaklığa yol açmıştır…

Bu muğlaklığın aşılması gerekmektedir.

Görebildiğimiz kadarıyla, netleşme açısından kritik iki nokta vardır.

Birincisi, birbirlerine ne kadar zıt görünürlerse görünsünler, sosyalizm açısından liberal vizyonun da ulusalcı vizyonun da ortaklaştığı bir noktadan söz edebiliriz. Örneğin, sosyalizm söz konusu olduğunda her ikisi de “piyasa sosyalizmi” anlayışında buluşmaktadır. Her ikisi de Sovyet deneyiminin piyasa sosyalizmi dışında bir sosyalizme imkân olmadığını kanıtladığı görüşündedir. Sonra, birinin daha “enternasyonalist” ya da kültürel, insani, vb. gerekçelerle hayırhah baktığı küreselleşmeyi diğeri “ABD’nin ekonomik hegemonyasını geriletme” aracı sayıp öyle savunmaktadır.  

Bu ortaklıkların görülmesi, karşılıklı salvoların yol açabileceği kafa karışıklıklarının giderilmesi açısından atılması gereken adımlardan biridir. Piyasa sosyalizmini sosyalizmin gerçekleşebilecek tek biçimi sayanlar ise iki vizyondan herhangi birine angaje olabilirler. Böyle bir angajmanın “Biz çok özgürlükçüyüz” ya da “Biz en başta ulusal çıkarlarımızı gözetiyoruz” gibi teselli mükâfatları da olacaktır…  

İkincisi, dünyanın istikametine ilişkin genel bir değerlendirme ya da tespitin, sosyalizm perspektifi açısından olmazsa olmaz sayılmasından vaz geçilmelidir. Dediğimiz gibi önümüzde 30 yıl öncesine göre yeni bir dünya tablosu vardır ve bu tablonun şu an mutlaka belirli bir istikamete işaret ettiğini ya da etmesi gerektiğini düşünmek zorlama olacaktır. “Hegemonya savaşları”, “jeopolitika”, “jeostrateji” vb. kuşkusuz vardır ve bunlar dünyamızın güncel dinamikleridir.  Ancak, bütün bunların sosyalizmle mantıklı biçimde ilişkilendirilmesi mümkün değildir.

Mümkün olsaydı “jeososyalizm” diye bir şey icat edilirdi…

***

Türkiye’deki sosyalist topluluğun “ana gövdesi”, dünya ölçeğinde bir istikamet tayininin her zaman mümkün ve gerekli olmadığını kabul etmeli, “megatrend” meraklılarına ise itibar etmemelidir. “Ana gövdenin” kendi birikimiyle Türkiye ölçeğinde geliştirebileceği perspektifler varken, böyle bir meşguliyetin kendi içindeki “kim kime kuyrukçuluk yapıyor”, “hangi çizgi nereye yanaştı”, “kim liberalizme göz kırptı” gibi anlamsız sataşmalara kurban edilmesinin herhangi bir anlamı olacağı sanılmamalıdır.

Böyle “idare etmenin”, “insan tutmanın” da bir sınırı vardır…