Tarih, ne yazık ki, gerçekleri estetik bir kaygı gözeterek en narin biçimde ve en anlamlı sırasıyla kaydetmiyor. Eğer öyle olsaydı, Kürt sorunu söz konusu olduğunda, çok özlediğimiz Evrim Alataş’ın yazdığı gibi, “Bizim oralarda önce insanlar, sonra haneler elektrikle tanıştı”* günlerini yeniden yaşıyor olmazdık.
Alataş’ın kitabından yapılan alıntıya bir gerekçe sunmamız istenirse; 1994 yılında işkence yapılarak köylerinden göçe zorlanan ve 2013 yılında dönebildikleri köylerindeki evlerinde sekiz yıldır elektriksiz yaşamak zorunda bırakılan Dersim’in Malmetrek köylülerinin çektiği çileyi de örnek verebiliriz. Ancak bu alıntıyı yapma amacımız esas olarak bu çilenin analojisi de değil…
Kürt sorununun aşılması ve Kürtlerin sosyal-siyasal haklarının devlet tarafından tanınması söz konusu olduğunda, bir fasit daireye sıkışmış olan deneyimler ve tartışmalar, her yeni örnekte pek değişmeden ve daha büyük bir acıyla kendisini dayatıyor şeklindeki yorumlar yabana atılır türden değil. Örneğin bugünlerde, “Susurluk döneminden daha kötüsünü” yaşadığımızın söylenmesi veya “7 Haziran-1 Kasım arası sürecin tekrar edeceğinin” dile getirilmesi ya da Kürtlerin temsilcisi olan bir partinin bilmem kaçıncı kez kapatılmaya çalışılması olayların tekerrür ettiği algısını güçlendirebilir. Ve tarih, insanın eyleminden bağımsız bir özne olmadığı için, tüm bu yaşananları estetik kaygıdan yoksun bir umursamazlıkla kaydetmektedir.
***
Şüphesiz ki, yukarıda verilen örneklerle yapılan benzeştirmeler bugün yaşadığımız olaylara ışık tutan yanlara da sahip. Dolayısıyla geçmişle bugün arasındaki benzeşim vurguları ve yine önceki tarihlerde terennüm edilmiş kimi tartışmaların tekrar gündeme gelmesi de anlaşılır bir durumdur.
Yeniden gündeme gelenlerden biri olan ve bizim bu yazıda üzerinde durmak istediğimiz konu ise, “Kürt sorununun çözümü” başlığında yeni bir tablonun oluşup oluşmadığı tartışması. Özellikle son birkaç haftada yaşanan bazı politik gelişmeler ve konuyla ilgili siyasi özneler tarafından yapılan değerlendirmeler, Kürt sorununun çözümü için yeni bir momentin mümkün olup olmadığı sorusunu da ortaya çıkardı.
Üstelik bu tartışmada birbirine karşıt olan iki yorumun da akla uygun gelen argümanlara sahip olduğu söylenebilir. Örneğin, Saray Rejimi’nin ABD ve diğer etkili uluslararası güçler tarafından Kürt sorununda bir çözümü veya hiç değilse makul bir dengeyi sağlamaya zorlandığı veya AKP’nin Kürt oylarını koruma kaygısıyla kimi pazarlıklara giriştiği düşüncesi kökten reddedilebilir değildir. Bu açıdan sorunun iki tarafında da, yeni bir çözüm masasının mümkün olabileceği saptaması kendisini kamuoyuna taşıyacak bir özgüven bulabiliyor.
Bu teze karşı olan ve bizim de doğru bulduğumuz yorum ise, AKP iktidarının ayakta kalma stratejisinde Kürtlerle savaşın kısa vadede devreden çıkarılamayacak bir unsur olduğudur. Yani şunu söylüyoruz, Türkiye’nin seçim öncesinde AKP-MHP faşizmi eliyle geçmişte belirgin örnekleri olan bir kaos (saldırı) sürecine sokulmak istendiği düşüncesi daha gerçekçidir. Bu sürecin sadece Kürt siyasal hareketine karşı işletilmeyeceği, muhalefetin tamamının hedefte olduğu ise tekrar olacak ama yeterince açıktır…
***
Kürt ulusal hareketinin ve dolayısıyla Kürt ulusal bilincinin yükselişe geçerek Türkiye’nin politik gündemine yerleşmeye başladığı 1970’li yıllardan sonra yaşanan üç tarihi kesit ya da daha doğru bir ifadeyle üç “çözüm momenti” dikkate değer bir önceliğe sahiptir. Kürt siyasal tarihini inceleme çalışmalarında da öne çıkan bu üç örneği; 1- 1993 yılında PKK tarafından ilan edilen ateşkes dönemi, 2- Abdullah Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye getirilmesi sonrasında yaşanan beş yıl ve 3- AKP iktidarı döneminde 2013 yılında başlatılan çözüm süreci olarak kısaca özetleyebiliriz.
Ne var ki, “Kürt sorununun çözümü”, “barışın tesis edilmesi” veya “silahların susması” gibi kod kavramlarla ifade edilen bu çözüm girişimlerinin tamamı başarısız olmuş ve Kürt coğrafyasında “tarihin tekerrürü” sayılan savaş konseptine dönülmüştür.
Kanımca, son 40 yılın tamamı söz konusu olduğunda, 2013 yılında başlayıp 2015 yılında sonlanan üçüncü çözüm denemesi sonrasında yaşananlar, Kürt siyasal hareketine ve Kürt toplumsallığına dönük en ağır politik saldırının yapıldığı evreyi de tanımlamaktadır. Bununla birlikte, Kürt düşmanlığının Türkiye’de en güçlü hale getirildiği bir dönem olarak da kayıtlara geçebilir.
Çözüm girişiminin sonlanmasının ve Kürt siyasallaşmasına dönük ağır saldırının en önemli nedeni, bölgesel bir etkiye ulaşan Kürt hareketinin, barış koşullarının güçlendiği bir ortamda hem Suriye’de ve hem de Türkiye’de siyasayı belirleyici bir role aday olması ve politik-toplumsal alana düzen verecek niteliklerini güçlendirme fırsatını yakalamasıdır. Kürt sivil-askeri siyasetinin meşruiyet zeminini güçlendirmesi, Türkiye’nin bütününde ve Ortadoğu’da kabul edilir bir özneye dönüşmesi böylece engellenmek istenmiştir.
Türkiye’de HDP’nin ve Suriye’de etkili olan Kürt öznelerin bugün hala siyasal dengeleri etkileme kapasitesini belirli ölçüde koruduğu gerçeğinden hareketle, Saray Rejimi’nin bütünüyle başarılı olamadığı söylenebilir. Ancak öte yandan, geçtiğimiz yıllarda, Kürt sorununa çözüm arayışlarının geri plana itildiği, Kürtlerin birçok kazanımının ve politik haklarının ortadan kaldırıldığı, HDP’nin bir sokak hareketi olarak küçültülerek yakın döneme kadar ittifak arayışlarına mecbur bırakıldığı ve örneğin “özyönetim”, “özerklik” gibi iddialı arayışların bu aşamada karşılıksız kaldığı da kabul edilmelidir.
Üzerinden atlamayalım; bir araç olarak paramilitarizme başvuran, şiddeti bir yöntem olarak öven, arındırıcı bir ulus-devletçiliği ve bir tür ultra-milliyetçilik biçimini topluma dayatan Saray Rejimi, Türkiye’de Kürt düşmanlığını da en üst düzeye çıkarmış ve bunu siyasetin kullanışlı malzemesi haline getirmiştir. Gelgelelim Türkiye’de, sadece “leke söylemi” olarak kullanmanın ötesinde, politik-teorik çözümlemeler yoluyla da tanımlanması ve karşı siyasal strateji oluşturulması gereken bir faşist yönetim görünür hale gelmiştir. AKP’nin son yıllarda attığı tüm bu adımlar, onun değişmez gerçekliğine, iktidarını koruma stratejisine ve öz kimliğine de dönüşmüştür.
Şimdi şöyle özetleyelim, HDP’nin Kürt toplumu üzerinde etkili bir özne olarak ve güçlendikçe Türkiye siyasetini belirleyecek bir aktör olarak siyasal alanın dışına itilmesi çabası, AKP’nin anlık değil, hiç değilse gelecek seçime kadar vazgeçemeyeceği bir yönelimi tarif etmektedir. AKP’nin, iktidarını korumak için toplum içi çatışma yaratmak dahil her yola başvuracağı düşüncesi geçerliyse, Kürt düşmanlığı elinden bırakmayacağı bir kışkırtıcılık işlevine sahiptir. Her ne kadar AKP’nin Kürt seçmenlerden gelen oylarını koruma çabası ve uluslararası talepler söz konusu olsa da, bu hedefine ulaşmak için HDP ile anlaşmak veya Kürt sorununa kapsayıcı bir çözüm önermek dışında başka yollar bulması gerektiği de bu söylenenlere eklenebilir.
Siyasal yaşamının son dönemecinde olan ve ölüm-kalım düzeyinde birçok tehdidin tetiklediği bir krizi yaşayan Saray Rejimi’nin Türkiye’nin ilerici muhalefetine karşı güncel pozisyonunu ve kaçınılmaz sonunu, biraz keskin bir örnekle, Vietnam’da yenilmeye başlayan ABD’nin durumuna benzetebiliriz belki. Vietkongları durdurmak için köyleri havadan bombalayıp, “komünizmi durdurma” adını verdikleri bir taktiği ABD’li bir binbaşı şöyle açıklamıştı: “Köyü kurtarmak için onu yakmamız gerekiyordu.”
Ve fakat tüm bu kötülüklere rağmen tarih, ABD’nin Vietnam’daki yenilgisini özenle yazmak zorunda kaldığı gibi, örgütlü bir halk direnişinin karşısında AKP’nin yenilgisini de yazacaktır…
* Her Dağın Gölgesi Denize Düşer, Evrim Alataş, İletişim Yayınları, S.172