Daha başından, AKP bir proje olarak ortaya çıktığında R.T. Erdoğan’ın liderliği elbette kesindi; ancak proje aynı zamanda belirli bir “öncü kadroya” da dayanıyordu. Başka bir deyişle, bugünkü “reisin” yokluğunda işi götürecek isimlere işaret etmek mümkündü.
Bugün gelinen noktada ise durum tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır: Başka hiç kimse yok, yalnızca reis vardır; reisin olmadığı, ama gene de başa güreşecek, rahatlıkla iktidar olacak bir AKP düşünen hemen hemen yoktur.
Bu duruma nasıl gelinmiştir?
İleri sürülen kimi açıklamalar şöyledir:
- Erdoğan’ın siyaset tarzı, Batılı güç odaklarınca kendisine ve partisine açılan kredinin sınırlarını zorlamış, reis böylece giderek yalnızlaşmıştır.
- Erdoğan ve yakın çevresi, 1923 Cumhuriyeti’nin kimyasıyla önceden çizilen sınırların ötesine geçerek oynamış, bu yüzden karşı tarafta pek istenmeyen bir konsolidasyona yol açmış, sonuçta yalnızlaşmıştır.
- Fethullah ittifakının bozulması Erdoğan’ı kendisinin de öngörmediği ve istemediği yeni bir kadrolaşmaya, birtakım aşırılıklara ve “benden sonra tufan” siyasetine zorlamıştır.
Bu açıklamaların, belirli gerçeklere işaret etse bile bugünkü durumun asıl nedenleri sayılamayacağı, başka bir gerçekliğin sonuçları ya da tezahürleri olduğu kanısındayız.
***
Bizce bugün “reis”, en baştaki vizyonu içinde hiç yer almadığı halde dünyadaki, bölgedeki ve ülkedeki gelişmelerin kendisini sürüklemiş olduğu bir noktada değildir. Az önce değinilen “nedenler” de gerçek anlamda neden değil baştan bu yana sahip olunan bir vizyonun daha belirgin hale gelmesine vesile olan gelişmelerdir.
15 Temmuz darbe girişiminin “Allah’ın lütfu” sayılması boşuna değildir.
“Dindar ve kindar nesil” tutkusu, barışçı dış politikanın “milletin erkekliğini öldürdüğü” türü tespitler, pronatalist (nüfusu artırmaya yönelik) söylemler vb. reisin son döneminde ortaya çıkan şeyler değildir.
Necip Fazıl’ın “başyücelik” kavramının, “Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında "Hâkimiyet Hakkındır" düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik” özleminin, daha önceleri hiç bilinmeyip ya da benimsenmeyip sonradan ögrenildiği söylenemez.
Özetle, kimsenin kalkıp “gerçek Erdoğan bu değil” diyecek hali yoktur, olmamalıdır.
***
Geldik son günlerde hayli revaçta olan bir tespite: AKP yönetemiyor…
Bir evlilik düşünün; adam karısına sürekli olarak şiddet uyguluyor ve bu durum dışardan “adam evliğini yürütemiyor” tespitiyle değerlendiriliyor.
Pek çok kişinin “makul” bulacağı bu açıklamada yanıltıcı bir yan ya da bir “kaydırma” vardır: Yani adamın asıl niyeti evliliğini sürdürmektir de bunun şiddet uygulamaktan başka yolunu bilmemekte, bulamamaktadır.
Peki, ya şiddet, baskı, tehdit vb. “evlilik” dışında bu adamın fıtratında varsa? Ya adam evlenmeden önce de hayata böyle bir “felsefeyle” , baskı ve şiddet yanlısı “değerlerle” bakan bir kişiliğe sahipse?
O zaman “AKP (başka türlü) yönetemiyor” tespiti ile “AKP böyle yönetmek istiyor” arasındaki “ince” (sahiden ince mi?) ayrımı gözetmek ve karşımızda bunlardan ikincisinin durduğunu kabul etmek zorundayız.
***
1930’ların başındaki Almanya’ya bakıldığında Hitler ve çevresinin orijinal (en başındaki anlamında) niyet ve vizyonu herhalde “ülkenin yönetilememesi” sorununu ya da durumunu önceliyordu…
Konuya böyle bakılması, Türkiye’nin bugün getirildiği noktanın daha iyi kavranması açısından önemlidir. Daha açık konuşup adını da koyarsak, ülkenin bir taraftan çekilip sürüklendiği yönün adı siyaset literatüründe “neo-faşizm” olarak bilinmektedir.
Eğer böyleyse güncel durum değerlendirmelerinde dar anlamda “yönetememe” tespitinin ötesine geçilmesi, bir de “zor” kavramına sanki “onay” boyutunu hiç içermiyormuş gibi saf bir mutlaklık atfetmekten kaçınılması büyük önem taşımaktadır.