Başlangıç önermemiz şöyle: Günümüz Türkiye’sinde mevcut iktidarın karşısında konumlanan muhalefet, emsal oluşturabilecek 50’lerdeki (Demokrat Parti karşıtı); 60’lardaki (Adalet Partisi karşıtı) ve 70’lerdeki (Milliyetçi Cephe karşıtı) muhalefete göre daha yaygındır ve taşıdığı potansiyel de diğerlerinden daha yüksektir.
Bu önermenin çeşitli itirazlarla karşılaşacağının farkındayız.
Açmaya çalışalım.
Bugün Türkiye önceki dönemlere göre çok daha fazla kentleşmiş, sınıf atlama imkânları görece daralmış, küçük burjuvazinin kendi altına doğru daha fazla itildiği, “işçileşmenin” yaygınlaştığı bir ülkedir. Üstelik tek parti döneminden bu yana en uzun süre iktidarda kalan bir siyasal oluşum işbaşındadır.
“Potansiyel” ise ucu açıklıkla ilgilidir.
Ucu açıklık, aslında paradoksal biçimde, belirli bir tıkanmanın yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Şöyle: Aradan 60 yıl geçmiş olmasına rağmen, yaygın dediğimiz bugünkü muhalefetin asgari müştereği ve bir bakıma “vizyonu”, DP’ye karşı muhalefetin ürünü olan 1961 Anayasası’nın zamanında getirdikleridir.
Bir potansiyel belirli bir tarihsel geçmişe itilmek, oraya sıkıştırılmak isteniyorsa, ortada bir ileri hamle imkânı var demektir ve bu da sonuçta “ucu açıklık” durumuna işaret eder.
Bağlayalım: Önceki üç dönemden daha yaygın olduğunu ve az önce işaret ettiğimiz anlamda potansiyel taşıdığını söylediğimiz bugünkü muhalefetin diğer başat özellikleri ise şekilsizlik ve derinlikten yoksun oluşudur.
***
Muhalefetteki başka siyasal oluşumları bir yana bırakıp konuya sosyalist mücadele açısından bakıldığında, şekilsizliğin ve derinlik yoksunluğunun öncü özne/örgüt eksikliği ya da yetersizliğiyle ilişkilendirilmesi normaldir.
Evet, bugün Türkiye’de böyle bir sorun vardır; ancak, muhalif potansiyelin kimi başka özelliklerine hiç değinmeden faturanın tamamının bu alandaki zafiyete bağlanmasının eksik kalacağını düşünüyoruz.
Öncü özneye/örgüte, önüne ne getirilirse getirilsin hepsini ıslah edip şekle şemaile kavuşturacak bir yetkinliğin peşinen izafe edilmesi doğru değildir.
O zaman, şekilsiz ve derinlikten yoksun muhalefetin “kimi başka özelliklerine” şöyle bir bakalım.
***
Sınıf mücadelesinden, hareketten görece de olsa bağımsız bir “muhalif akıldan” söz edilebilirse, söylenmesi gereken, bugün bu aklın fazlasıyla dağınık olduğudur. Dikkat: Burada bugün var olan sosyalist örgütleri ve onların kolektif aklını değil, geniş halk kesimlerinde yer etmiş muhalif akıldan söz ediyoruz.
İkinci önermemiz de şu: Günümüzde bu aklı fazlasıyla dağınık kılan başlıca etmenlerden biri, mevcut iletişim ve enformasyon teknolojilerinin insanlara sağladığı imkânlardır: Habere, yoruma, güncel gelişmelere anında erişim; çok taraflı enformasyon-bilgi yağmuru; insanlarla sanal ortamlarda tartışabilme, vb. vb.
Neden sorun?
Çünkü hepsi pratik zekâyı, taşı gediğine koymayı, birilerine “kapak yapmayı”, hazırcevaplığı, her yere laf yetiştirmeyi, vb. ne kadar özendirirse, analitik zekânın önünü de o kadar tıkamaktadır.
Mümkün olan en kısa cümlelerle, en fazla ulaştığınız bir sonucu aktarabilirsiniz; analiz yapamazsınız.
İnsanların, Binali Yıldırım’ın İmamoğlu’yla televizyona çıkmaya neden razı olduğu konusunda “en çarpıcı” yorumu yapma yarışına girmeleri pek de verimli bir meşgale sayılamaz.
Mezuniyet törenleri yaklaşırken genç insanlar başka her şeyden çok hangi pankartı taşıdıklarında bunun “orantısız zekâ” ürünü sayılacağını düşünüyorlarsa bunda bir tuhaflık vardır.
İnsanlar, 31 Mart’tan bu yana Binali Yıldırım’a özgüven geldiği, İmamoğlu’nun ise Ordu’da (ne yazık ki) “dağıttığı” şeklindeki spot yorumlara “hımm” diyebiliyorsa burada da bir tuhaflık vardır.
Fazla abarttığımızı sanmıyoruz; durum aşağı yukarı böyledir.
Evet, belirli bir anlamda politikleşme vardır; pseudo (sözde, yalancı) politizm demeyeceğiz, çok aşırı ve ağır olur. Ama gerisi ve ilerisi boş/boşalmış bir politizm diyebiliriz. En büyük zararı ise olmazsa olmaz sayılabilecek belirli bir tarihsellik anlayışının oluşmasına izin vermemesidir.
***
Peki, böyle bir durumda öncü özne/örgüt ne yapsın?
Günümüzün gelişkin teknolojilerine karşı bir tür çağdaş “ludizm” kuşkusuz önerilemez. Ancak, bugünkü durumu aynen kabul edip “madem öyle biz de böyle gelelim” de denilemez. Üzerinde daha fazla düşünmek üzere şimdilik söylenebilecek olan ise şudur: Öbür tarafa büsbütün boş vermeden kendi “konvansiyonel” bilgi, iletişim, etkileşim ve eğitim alanlarımızı daha cazip hale getirebiliriz; bunu yaparken diğer yandan “ana akıma”, oranın işleyişi ve mantığı dışında, bir yerde “bozucu” denebilecek müdahalelerde bulunabiliriz…