Akıldan kastımız, olayları ve durumları belirli yöntemlere başvurarak mantıklı ve serinkanlı biçimde çözümleyebilmektir.
Olumlu tarafından bakarsak, “duygu” dendiğinde bunun kapsamına öfke (elbette belirli hedeflere karşı); coşku, heyecan gibi unsurlar girer.
Vicdan ise insanın neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartması ve doğru neyse ondan yana tutum almasıdır.
Peki, bireylerden mi söz ediyoruz yoksa siyasal kolektiflerden mi?
Siyasal kolektifler de sonuçta bireylerden oluştuğuna göre ne söylenecekse ikisi için birden söylenemez mi?
Bizce söylenemez.
Çünkü tekil bireylerde akıl, duygu ve vicdan aynı düzlemde bir bileşim oluştururken örgütlerde durum böyle değildir. Bir siyasal örgütün siyasal aklı, nesnel ölçütlere dayanan genel tanımlara elverişlidir. Ancak aynı örgütün “duyguları şöyledir”, “vicdanı böyledir” demek o kadar kolay değildir.
İsterseniz şöyle diyelim: Bir örgütün aklı, o örgütü oluşturan bireyleri aşarak kolektifleştirilebilir. Ama duygular ve vicdan buna pek gelmez; olsun isteniyorsa, bir yerden sonra bireylerden türetilmek durumundadır.
O zaman soru şöyle oluyor: Olsun mu olmasın mı?
Yani bir siyasal kolektifte, aklın yanı sıra duyguların ve belirli bir vicdanın da taşıyıcısı, temsilcisi kişiler olmalı mı olmamalı mı?
***
Bilinen bir “bireyle” devam edelim. Gözünüzde ister Warren Beatty (Beatty, Kızıllar, 1981) ister Franco Nero (Bondarchuk, Dünyayı Sarsan On Gün, 1983) olarak canlandırın; John Reed için yapılan bir değerlendirme şöyledir:
“Reed’i gerçekten anlamak için ne düşündüğünü bilmek yetmez, duygularını da açıkça görmek gerekir. O her zaman yalnız bir düşünür değil, aynı zamanda ve her şeyden önce bir ozan olmuştur. Lenin ve doktrini onu büyük ölçüde doyurdu, çünkü almış olduğu ruhsal besinde rasyonel (ussal) olan, heyecanla ilgili olan şeylerle ayrılmaz bir biçimde birleşikti.” (Elizaveta Drabkina, “Ekim Devriminin Ozan ve Tarihçisi”, Lenin Çağının Devrimcileri içinde, çeviren N. Aka, Güncel Yayınlar 1979, s.33).
Şimdi, diyoruz ki örgütlerde mutlaka böyle, “ussal olanla heyecanı ayrılmaz biçimde birleştiren” insanlar olmalı. Böyle insanlar bulundukları örgüte “siyasal akıl” kadar rahat tanımlanabilecek özellikler kazandırmaz belki, ama varlığını her zaman, her durumda hissettirir.
Olmazsa ne olur?
Olmazsa, yalnızca ve yalnızca “aklın” çoğu zaman soğuk gerçekçiliğiyle baş başa kalırız. Belki çok yetkin analizler gene yaparız, ama devrimciliğimizden mutlaka bir şeyler eksilecektir.
Örneğin, Che 1967’de Bolivya’da öldürüldüğünde aklımıza ilk gelen şey “Evet, foco teorisi iflas etti” olur…
“Yaptıkları aklımıza yatmamıştı” diye Denizlere ve Mahirlere bu ülkedeki devrimci mücadeleler tarihinde kerhen yer ayırırız…
70’lerde RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) liderleri Almanya’da zindanlarda katledilirken içimizden bir ses “su testisi su yolunda kırılır” der…
Daha yakınlarda insanlar Kobane’de IŞİD çetelerine karşı direnirken burun kıvırırız ve emperyalizmin bölgedeki planlarına ilişkin mufassal tahlillere girişiriz…
***
Nereye geleceğimiz herhalde anlaşılmıştır.
Bugün ülkede Kürt halkına kendi yerleşimlerinde uygulanan baskılar, getirdiği ölümlerle birlikte inanılmaz boyutlara ulaşmıştır.
Bu durum karşısında, “aklımızı” bir kenara bırakıp salt duygularımızla ve vicdanımızla hareket etsek yeter mi diyoruz?
Hayır, tekil insanlardan değil de örgütlerden söz ediyorsak kesinlikle bunu demiyoruz.
Kimi çevrelerin bu ülkedeki sosyalist kolektiflerden bunu istediği, “aklı falan boş verin, bakın insanlar ölüyor” dediği söylenebilir.
Bunu, bu anlama gelen bir daveti de reddediyoruz…
Çünkü Kürt halkıyla gerekli dayanışma için aklı feda etmenin hiç de gerekmediğini, bu dayanışmanın yakıtı olacak duyguların ve vicdanın akılla pekâlâ harmanlanabileceğini biliyoruz.
Sonra, duygunun ve vicdanın kendi ayrı bölmelerinde devinmeyip bir noktada aklı beslediğini de biliyoruz.
En azından Lenin’den ve Ne Yapmalı’dan biliyoruz: Devletin toplumun başka kesimlerine uyguladığı şiddet ve baskıya karşı çıkmakta geri duran sosyalistler ve işçi sınıfı, böyle yaparak kendi asıl davasını da sabote etmiş olacaktır…