Ahmet Ümit’in gecikmiş Elveda’sı-4: Tarihsel roman olamayan Elveda

Devrimci, tehlikeli ve trajik yaşamı içinde mutlu olabilen kişidir. Albert Camus, “Yükseklere ulaşmak için verilen mücadelenin kendisi insanın kalbini doldurmaya yeter. Sisifos mutlu olmalı…”[1] der. “Mutluluk üzerine tarihsel bir çalışma” yapan Darrin M. McMahon, mutluluğun tarih boyunca anlam değiştirdiğini ve belirsizliğini koruduğunu saptar. Mutluluğa en belirgin anlamını kazandıran dönemlerden biri Aydınlanma’dır. Materyalist felsefe, insana ilişkin her şeyle birlikte mutluluk dağıtıcısını da gökyüzünden yere indirmiştir. Aydınlanmacılar, her insanın koşulların değiştirilmesiyle mutlu olabileceğini savunurlar. “İnsanların mutsuz olduğu noktada, Aydınlanma düşünürleri bir şeylerin yolunda gitmediğini iddia ettiler: insanların inançlarıyla, yönetim biçimleriyle, yaşama koşullarıyla ve gelenekleriyle ilgili bir şeyler yanlıştı. Bunları değiştirirsek –kendimizi değiştirirsek- doğa tarafından neye yönlendirilmişsek pratikte o olabilirdik. Aydınlanmacı bakış açısına göre mutluluk, tanrısal bir kusursuzluk idealinden öte, peşine düşülmesi, şimdi ve burada elde edilmesi gereken apaçık bir hakikatti.”[2] Bu apaçık hakikati yaşama geçirmek devrimleri gerektiriyordu. Devrimler, Aydınlanma’nın mutluluğun toplumsal koşullarını yaratmak için öngördüğü zorunlu hareketlerdir.

Devrim şarkısındaki mutluluk

Ancak Aydınlanma felsefesi gibi, burjuva devrimleri de, insanları sınıfsal eşitsizlikten kurtaramadığı için, 1789 İhtilal-i Kebir’inde yazılan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin son satırındaki “herkesin mutluluğu” istemi kâğıt üzerinde kaldı. 1848 Devrimleriyle Avrupa’da gericiliği bütün acımasızlığıyla ortaya çıkan burjuvaziden mutluluğun toplumsal koşullarını oluşturması beklenemezdi; bunu, sınıfları da ortadan kaldırmayı amaçlayan sosyalist devrim yapabilirdi.

Aydınlanma’nın, yeryüzünde ve bütün insanlar için mutluluk özlemini sosyalistler miras aldılar. Rus ütopik sosyalisti Çernişevskiy’nin1863’te zindanda yazdığı Nasıl Yapmalı? romanının başında, Vera Pavlovna, Fransız İhtilali’nin şarkılarından birini mırıldanır: Çaira! “Kabayız, ama kabalığımızdan yine kendimiz çekiyoruz. Bir yığın kör inançla dolu kafamız, bunun da acısını biz çekiyoruz ve bunun farkındayız. Mutluluğu arayacağız, insanlığı bulacağız ve hepimiz iyi olacağız. Bu iş böyle olacak, yaşayan görecek.” Şarkının devamı, mutluluğun toplumsal koşullarını vurgular. “Bilgiyle donanmamış emekten verim alınmaz. Başkaları da mutlu olmadan biz mutlu olamayız. Aydınlanacağız ve varlıklı olacağız; mutlu olacağız, kardeş-bacı olacağız, bu iş böyle olacak, o günler gelecek, hepimiz göreceğiz o günleri.”[3] Sosyalist devrimin mutluluk anlayışının ipuçları, başkaları da mutlu olmadan biz mutlu olamayız dizelerinde yazılıdır. “Kardeş-bacı olacağız” sözünde her anlamda eşit insanlık idealini görüyorum. Böyle bir toplumsal ideal için mücadele eden insan, her koşulda mutludur. Romanına Fransız İhtilali’nin devrimci mutluluk şarkısıyla başlayan, zindandaki Çernişevskiy’in Sisifos’un mutluluğunu yaşadığını düşünüyorum.

Ahmet Ümit ise, aşkı ve mutluluğu yeniden Aydınlanma öncesine götürmüştür. Metafizik kalıplar içinde, yalnızca kavram olarak vardırlar. İnsanın yaşamı, mücadelesi, arzuları içindeki somut, değişken, bütünsel yeri ve etkileriyle değil. Hegel şöyle der: “İçinde mutluluğun hüküm sürdüğü dönemler tarihin boş sayfalarıdır.”[4] Tarihsel roman yazmaya özenen Ahmet Ümit, Hegel’in mutluluk ve tarih ilişkisinin ışığında baktığımızda, Şehsuvar Sami’nin “mutluluk” yazıklanmalarıyla, tarihin boş sayfalarını aramaktadır.

Elveda, vatana değil, devrimci bir tarihe elvedadır. Trajik, gerçekten heyecan verici bir tarihi, boş sayfalara çevirme girişimidir.

Tarih açısından önemli bireyin romanlaştırılması

Lukacs, tarihsel romanın ortaya çıkışı ve yirminci yüzyıldaki hümanist yazarlar elinde yeniden biçimlenişini inceleyen bir kitap yazmıştır. Bu kitapta, tarihsel romanın en önemli sorunlarından birine, tarihsel açıdan önemli kişinin nasıl ele alınacağına ilişkin şunları söyler: “’Dünya tarihi açısından büyük birey’ çarpışan toplumsal kuvvetleri kişiliğinde birleştirdiği ve temsil ettiği için onların gözünde bu derece büyüktür. Tarihsel romanın klasikleri halk hayatının geniş ve derin resmini bu tecrübeler ışığında tasvir emiştir ve ‘dünya tarihi açısından önemli bireyi’ halk hayatının önemli bir dönüşümünün önemli eğilimlerini en yüksek derecede birleştiren ve temsil eden biri olarak göstermiştir. Tarihsel romanın klasiklerinde ‘dünya tarihi açısından önemli bireyin’ tanımlanması, oluşumu bu eğilimlerin anlatılması ve somutlaştırılması zemininde gerçekleşir.”[5] Elveda’da, Türkiye tarihi açısından önemli birey’lerin anlatımı bu açıdan çok yetersizdir. Resneli Niyazi, Enver ve Talât Paşaların “halk hayatının” hangi eğilimlerini temsil ettikleri, çarpışan kuvvetleri kişiliklerinde nasıl yansıttıkları gösterilmemiştir. Çünkü Ahmet Ümit’in romanında tarihin asıl kaynağı, itici gücü halk yoktur. Hanedan mensubu yazarın Notlar’ında bile Abdülhamit’in trenine taş attığını gördüğümüz halktan kişiler, onların bu tarihteki umut ve öfkeleri, bu yöndeki eylemleri görmezden gelinmiştir.

Ahmet Ümit, İttihat ve Terakki liderleri ve Şehsuvar Sami benzeri militanlarını anlatırken, Lukacs’ın özellikle vurguladığı, halk hayatının hangi eğilimlerinin temsilcisi olduklarını, hangi dolayımlarla devrimci harekete giriştiklerini göstermez. Yazar, hep seçkinleri anlatır. Halktan diyebileceğimiz, alt sınıftan kişilere ise, Çolak Cafer’in tasvirinde olduğu gibi (s.437-438); aşağılayıcı bir gözle bakar. Tarihsel roman yazma iddiasındaki Ahmet Ümit’te, üstelik toplumsal bir devrimi anlatırken, halk, toplumsal sınıflar kitabın dışına atılmışlardır. Anlatılan her şeyi, aşk ve mutluluk konusunda olduğu gibi, cansız ve boş lafa dönüştüren bir tutumdur bu.

Sözgelimi, Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u yalnızca tarihsel dönemler açısından değil, sınıfsal mekânlar açısından da bölünmüştür. Halkın yaşadığı Sofular Mahallesi’ndeki yoksulluk ve sonuçlarından çirkinlik öylesinedir ki, “Burası güneşin, ayın bile güzelleştirmekten ümidini kestiği yerdi; geceleyin, karşısına dikilse ağaç denen güzel şeyden insan bu mahallede korkardı. Esmer evler güneşli günlerde simsiyahtı. Mehtaplı gecelerde çamur taşın salyası ve toprağın kabaran safrasıydı. Ceza kanunundaki zindan penceresizdir. Sofular mahallesinin karanlık gecelerindeki zindan hem penceresiz, hem kapısızdı.”[6] Toplumsal çelişkilerin belirlediği halk hayatının mekânları bütün gerçekliğiyle gösterilmektedir. Mithat Cemal’in romanında, egemen sınıfın yaşadığı mermer yalı, bu halka yöneltilmiş bir “cinayettir”. Ahmet Ümit’in Elveda’sında ise mekân yalnızca, kişilerinin içinde gezindiği dekorlardır. Toplumsal bir anlamları yoktur. Mirasyedi Şehsuvar Sami, o tarihlerde İstanbul’un en lüks ve pahalı otelinde, Pera Palas’ta kalmakta ve korku içinde mektuplarını yazarken, bu mekânın sınıfsal içeriği gözardı edilmektedir. Mithat Cemal halkı görebildiği ve yazabildiği için Talât Paşa’nın bu halk için ne anlama geldiğini, romanın olumlu kadın kişiliği Süheyla’nın Adnan’a gönderdiği mektupta somutlayabilmiştir.

Mekân, Ahmet Ümit’te dekordur, çoğunlukla da bir turist rehberinin gevezelikleri türünden cadde, sokak ve bina anlatımlarıdır. “Mekân” sözcüğünün ise, bambaşka, bayağı bir anlamı vardır; içkili gazino, restoran vb. yerleri ima eder. “Güzel kızlar çalışıyordu mekânda” ve “Kaç kere mekânı kapatacak oldular.” (s.469) cümlelerinde “mekân” Maksim gazinosunu anlatmak içindir. “Mekân”, bayağı magazin basınında kullanıldığı haliyle, zengin çocuklarının manken kızlarla gazetecilere yakalandıkları gece kulüplerini ima eden anlamıyla Ahmet Ümit’in romanına girmiştir. Dedikodu muhabirlerinden kaçarken “mekân”dan ayrı ayrı çıkan sosyete âşıklarının yeri ve dili Elveda’da karşımıza çıkar.

Bu da yeterince sınıfsaldır diyebilir miyiz? Mekân’lar zenginlerin, magazin basınındaki fotoğraflar, yoksullarındır.

Tarihsel roman yazıyorum diye, köhne bir dili bize okutmaya çalışan Ahmet Ümit’in, bugünün, magazinin bayağı dilinden ilham almasına diyecek söz bulamıyorum. Bu köhne dilin ayrıntılı çözümlemesine geleceğiz.

Bir roman cümlesindeki ekonomi politik

Şimdi, Ahmet Ümit’te hiç olmayan şeyi, bir devrimin ekonomi politik dinamiklerini, 1908 Devrimi’nin içinde yazan bir romancı, nasıl bir roman cümlesine sığdırmış, bunu okuyalım: “Askerlerinin ekmeklerini, gemilerinin kömürlerini yemekle doymayan bu iştiha-yı ifritane (ifrite benzeyen iştah); nerede temellük edecek (kendine mal edecek) bir maden, nerede gasp olunacak bir mahlûl (sahipsiz bir miras) bulsa uzanan o idi; kahır ve zulüm; ormanları söküp kurutmaktan, sine-i arzı (yeryüzünün göğsünü) delip emmekten yorulmayan, intifa nâpezir (söndürülmesi imkânsız) bir cinnet-i cû ü atş ile (susamışlık ve açlık deliliğiyle) ağaçları kemiren, taşları ısıran, enhar ve ebharı (nehirleri ve denizleri) içmek isteyen o bir sürü vuhuş-ı bela (bela vahşileri) memleketi sertâser (baştanbaşa); bir şehid-i mazlumun (mazlum bir şehidin) kadid-i muzmahilline (darmadağın olmuş iskeletine) döndürmüş idi.”[7]  Romanın tek bir cümlesiyle, sömürü ve zulüm altında bir şehit iskeletine döndürülmüş bir memleket tablosu çiziliyor. Bu cümlede Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma’sının sesini duyuyoruz. O günün çürümüşlüğünün temellerine inerken, sanki bugünü yazıyor. Halit Ziya, bir roman cümlesinde yüz yıl sonrasını yazabiliyor, Ahmet Ümit, bunca tarihsel ve bilimsel araştırma ve bilgiye, tarihsel materyalist bilince rağmen, yüz yıl önceyi karikatür düzeyinde bile anlatamıyor.

Uşakizade Halit Ziya, baştanbaşa sömürü ve zulüm cehennemine çevrilmiş bir memleketin, buradan devrimle çıkış yolu arayışını romanlaştırıyor. Halkın çektiklerini, yoksul mahallelerin karanlığını görebiliyoruz. Yetenek ve birikimin hiçbir değerinin kalmadığı, el etek öpmenin, hafiyelik etmenin temel meziyetler haline geldiği bir toplumda, İttihat ve Terakki’ye koşanları ve devrimci eyleme girişenleri anlatıyor. Halkın zulümden kurtuluş özlemlerini kişiliğinde duyan ve harekete geçen gençlerin romanını yazıyor. Nesl-i Ahir, son kuşak anlamına geliyor; büyük romancı, Devrim’i yapan kuşağı romanlaştırıyor. 23 Temmuz Devrimi’nin içinde Sabah gazetesinde tefrika ediliyor. Romanın yazımı sırasında 31 Mart Ayaklanması oluyor. Devrim’in iç çelişkileri büyüyor. İttihat ve Terakki kendi içinden muhaliflerini çıkarıyor. Halit Ziya’nın romanı, bu düş kırıcı olayların etkisiyle olabilir, yeni kuşağın, devrim arifesinde sonuçsuz kalan bir eylemiyle ve İrfan’ın intiharıyla bitiyor. Daha da ilginci, Halit Ziya, bu büyük romanı, gazete sayfalarında unutulmaya terkediyor, kitap olarak yayınlamıyor. Nesl-i Ahir’in kitaplaşması 1990’ları bekliyor. Tam metin olarak yayını ise, bu cümleyi aktardığım basım, yazılışının üzerinden 100 yıl geçtikten sonra, 2009 yılındadır.

Halit Ziya’nın aktardığım cümlesinde çizilen vatanı delik deşik bir iskelete çeviren çetenin reisi, bütün bunların baş sorumlusu Abdülhamit’tir. 1908 Devrimi, ilk aşamada, Abdülhamit’i yerinde bırakarak çetesini dağıtmayı denemiştir. Bunun yetersizliğini, 31 Mart karşıdevrim girişimiyle kanlı bir ders alarak gördüler; iç savaşla İstanbul’u yeniden fethettiler, meclis kararıyla Abdülhamit’i nihayet indirdiler ama hâlâ yerine başka birini padişah yapmaktan kurtulamadılar.

Bütün kötülüklerin kaynağı istibdat’ın baş sorumlusunu sürgüne götüren trende Ahmet Ümit’in Sami’si ise bize hangi gerçeği gösterdi? Edebiyatsever, müşfik bir Sultan. Babasını sürgüne göndermiş, ölümüne yol açmış, oğluna Sherlock Holmes kitabı armağan ediyor. Son derece tonton ve sevimli bir ihtiyar. Bu ihtiyarda, Lukacs’ın tarihsel romanda olmazsa olmaz dediği, tarihin belirleyici kişileriyle ilgili tarihsel özüne uygun kişilik çizimini göremiyoruz. Lukacs’a göre, “Önemli olan öncelikle şudur: Bireysel yazgıların, çağın hayat problemlerinin doğrudan ve aynı zamanda tipik tarzda ifade bulacağı bir tasviri olmalıdır.”[8] Elveda’da çağın problemlerini değil, inkılâpçı bir fedai olarak gösterilen Şehsuvar Sami’nin, devirmek için ölümü göze aldığı Abdülhamit’le, kendini polisiye yazarı olarak ünlendirmiş bir yazarın bugünkü ilgi alanına çok uygun, polisiye edebiyat sohbetini buluyoruz. Halit Ziya’da, Mithat Cemal’de, Nahid Sırrı’da bütün katılığı ve acımasızlığıyla okuduğumuz çağın temel yaşam mücadelesinin Elveda’da karikatürü bile yazılmıyor.

 

 

 

 

 

 

 

[1] Albert Camus, aktaran Darrin M. McMahon, Mutluluk, Çeviren: Kıvanç Tanrıyar, E Yayınları, 2007, İstanbul, s.12.

[2]Darrin M. McMahon, a.g.e., s.31.

[3]Nikolay Çernişevskiy, Nasıl Yapmalı?, çeviren Mazlum Beyhan, Evrensel Basım Yayım, 2015, İstanbul, s.20-21.

[4]Darrin M. McMahon, a.g.e., s.13.

[5]György Lukacs, Tarihsel Roman, çeviren İsmail Doğan, Epos Yayınları, 2010, Ankara, s.388.

[6] Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Sander Yayınları, 1983, İstanbul, s.231.

[7] Halit Ziya Uşaklıgil, Nesl-i Ahîr, Özgür Yayınları, 2009, İstanbul, s. 111.

[8]Lukacs, a.g.e., s.354.