Afrin’deki son durumla birlikte bölgede işlerin daha da karışacağı açık. Bugünden söylenebilecek olan, TSK’nin ve ÖSO’nun Afrin’deki varlığının bundan sonraki çeşitli pazarlıklar için koz olarak kullanılacağıdır. Daha sonra neler olacağı, nerelere kadar “gidileceği” ise belirsiz...
Çıkarılabilecek başlıca dersler şimdilik şunlar: Rejimin bugünkü uluslararası dengeler çerçevesinde kendi oyununu oynayabileceği alan kimilerinin sandığından daha geniştir… ABD’nin bölgede icabında gözden çıkaramayacağı, satmayacağı İsrail dışında başka hiçbir güç yoktur… “Bak salarım mültecileri üzerinize ha…” tehdidi, günümüz dünyasında insan hakları şampiyonu geçinen ülkeleri ve merkezleri suspus edecek kadar etkili olabilmektedir…
Bunları ilerde yeniden tartışırız.
Başka bir konuya bakalım: Harekâtın başladığı 20 Ocak’tan bu yana ülkede olup bitenler Türkiye sol hareketi açısından nelere işaret ediyor?
Sol açısından yepyeni bir sayfanın açıldığını söylemek abartılı olacaktır. Bununla birlikte, solda öteden beri sezilen, emareleri gözlenebilen eğilimler özellikle Afrin sürecinde daha bir netlik kazanmış görünüyor.
Üç başlıkta ele almaya çalışalım.
***
Birincisi: Türkiye’de solun, bölge ve ülke ölçeğinde bir anti-emperyalist dalga yakalayarak buradan yükselme şansı çok sınırlı görünmektedir.
Tarihsel arka plan ayrıca tartışılabilir; ancak kestirmeden bir sonuç çıkarmak gerekirse şöyle görünmektedir: Kurtuluş Savaşı sonrasında, örneğin 1960’tan 1980’e uzanan dönemde de anti-emperyalizm sol yükselişi taşıyan bir dalgadan çok onun sonucu olmuştur. Kıbrıs, “Johnson’un mektubu” gibi olaylarda bile toplumdaki genel bir anti-emperyalist uyanıştan çok öğrenci gençliğin ve aydınların daha sonra da sürecek olan ABD karşıtlığından söz etmek daha doğru olacaktır.
Aslında 1960’ların sonuna doğru ülkedeki kimi devrimcilerin önemli yanılsamalarından biri, Türkiye’den bir Vietnam, Kamboçya, Laos çıkabileceğini sanmaları olmuştur.
İkincisi: Kendini ulusalcı, Kemalist, Atatürkçü olarak tanımlayanların azımsanmayacak bir kesiminin milliyetçi-şoven histeriye kolayca kapılacak kıvamda olduğu görülmüştür.
O kadar ki mesele artık Suriye Kürtlerinin ABD ile işbirliğinin ve onun tarafından himaye edilmesinin, “Akdeniz’e uzanan Kürt koridorunun” engellenmesinin vb. ötesine geçip Türklük, devlet ve ordu yüceltmelerine kadar varmıştır. “Zamanın ruhu” olsa gerek, örneğin 1960’ların anti-emperyalizminde hemen hemen hiç görülmeyen şovenizm ve milliyetçilik bu kez kendini solda sayanları da girdabına çekmiştir.
Dikkat edilmesi gereken husus ise şudur: Bu şovenizmi ve milliyetçiliği hiç yokken “Kürt sorunu” yaratmamıştır. Küreselleşme olgusunun her yerde tetiklediği milliyetçilik, Türkiye’de “Kürt sorunu” ile kaynaşıp zaten var olan bu damarı azdırmıştır.
Üçüncüsü: Bir bütün olarak alındığında bugün Kürt siyaseti, ülke ve bölge ölçeğindeki siyasal analizlerine, durum değerlendirmelerine ve gelecek öngörülerine öncesine göre çok daha ihtiyatla yaklaşılması gereken bir duruma gelmiş ya da itilmiştir.
Denecektir ki bizim idrak edemediğimiz (ve muhtemelen hiç edemeyeceğimiz) çok derin, uzak görüşlü, her şeyi inceden inceye hesap eden bir yol izlenmektedir. Olabilir de. Ama olsa da olmasa da Türkiye sol hareketinin kendi siyasetini varsa ne olduğunu, yoksa da ne çıkacağını bilmediği bir hatta göre kurması herhalde beklenemez.
***
Bütün bu söylediklerimizin sonucu ise şudur: Türkiye’de sol yükseliş, başka her şeyden önce emeği ve emekçileri gözeten, sürece onları da katan; ezilmişlik, ikinci sınıf yurttaşlık, adaletsizlik ve sömürü gibi başlıklara odaklanan; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik için sosyalizmi hedefleyen çıkışlarla gerçekleşebilecektir.
Gerisi?
Gerisi elbette laf-ı güzaf değildir…
Ama yukarıdaki eksen ve hat olmayınca anti-emperyalizm Türk-İslam sentezcilerinin ve solumsu neo-Nihal Atsızcıların, demokrasi ve Kürt halkının mücadelesi de emperyalist odaklarla uluslararası liberal lobilerin malzemesi olmaktan öteye geçmemektedir.
Yazık değil mi?