Adını koyalım

İçinde bulunduğumuz siyasal ortamda nelerin yapılması gerektiğine ilişkin pek çok şey söylüyoruz, ama bunların çoğu temenniden öteye geçmiyor. “Şöyle yapılsa” denilenlerin çoğunu bugün için yapabilecek durumda olmadığımız da ortada… 

Bizce, yaşanan bu sorunun önemli bir nedeni, ülkedeki sosyalist birikimin fazlaca dağınık olması, buluşulan ortak tespitlerde bile ortaya en azından belirli bir yere kadar “birleşik”, derli toplu ve ses getirici tepki konulamamasıdır.  

Ülkedeki durum apaçık ortadayken, sosyalistler olarak gerçekten çok ama çok ayrı yerlerde mi duruyoruz? Aramızdaki farklılıklar, bizleri süreçlere birlikte ve örgütlü biçimde müdahaleden alıkoyacak kadar köklü ve derin mi?

Biz böyle olduğunu düşünmüyoruz; ama gene de Türkiye solunu az çok tanıyoruz. Farklılıklara ve ayrımlara merakın ileri derecelere vardığını da biliyoruz. Öyleyse, ayrım noktaları arayanların işini kolaylaştırmaya çalışalım.

Aşağıdaki “ad koyma listesi”, köklü ayrım meraklıları için kılavuz olsun diye hazırlanmıştır.

“Kolaylaştırıcılık” dedik ya, kolay gelsin…

***  

Adını koyalım: Bir süreçten geçiyoruz. İnce eleyip sık dokumadan, 1930’ların tanımlarına hapsolmadan, “şu yönü faşizmi andırıyor, ama bu yönü pek öyle değil gibi” tefekkürüne dalmadan, yaşanan sürecin adını faşizmin (onun bir türünün) kurumsallaşması diye koyalım... Makulse, ayrıntıları sonra tartışsak olmaz mı?

Adını koyalım: Evet, olduğu kadarıyla mevcut direnme mevzilerimizi koruyalım; ama bunu yaparken “bunlar da gelir geçer”, “bizim de günümüz gelir”, “gün olur hava döner” ya da “zaten restorasyon gelecek” gibi beklentilerin hiçbir karşılığı olmadığını da bilelim. Böyle giderse “bizim günümüzün” geleceği falan yoktur… Kabul mü?

Adını koyalım: Doğrudur, halkın kimi “hassasiyetleri” vardır. Kimisi dinsel değerlerle ilgilidir kimisi de milliyetçi tonlar taşımaktadır. Sosyalistler ise bugüne dek dinsel değerleri aşağılayıcı herhangi bir tutum içine girmedikleri gibi “yurtseverlik” diyerek ülkeye ve halka sahip çıkmıştır.  “Demek bu kadarı yetmiyormuş” deyip ötesine mi geçeceğiz? Daha ötesi sosyalizmi sulandırmak da değil bırakmak demektir…  Bunda anlaşıyor muyuz?

Adını koyalım: Türkiye’de işçi sınıfının, bastırılmış, dirençsiz bırakılmış bir toplumda kendi başına süreçlere damgasını vurup yeni bir dalga yaratma ve toplumu peşinden sürükleme olasılığı giderek zayıflamaktadır. Bunu kabul edip toplumsal muhalefeti sınıfın kendisini de canlandıracak şekilde hareketlendirmeye mi çalışacağız yoksa oturup sınıf hareketinin yükseleceği dönemleri mi bekleyeceğiz? 

Adını koyalım: Türkiye’de sosyalistler dayanışma, haklı taleplerini destekleme açısından Kürt hareketiyle ilişkilerini büsbütün koparmayıp sürdürmelidir. Buna karşılık, Türkiye’de sosyalist mücadelenin ancak bu hareketin kazanımlarıyla hamle yapabileceği ya da sosyalizmin önünün ancak aynı hareketin başarısıyla açılabileceği türü perspektif ve beklentilerden vaz geçmeye hazır mıyız?

Adını koyalım: “Akademinin” Türkiye sosyalist hareketini teorik planda gerçekten besleyebildiği tek dönem 1961-71 dönemidir. Daha sonrasında ara ara yararlı girdileri olmuştur, gene olabilecektir; ama bugün “giderek daha az şey konusunda giderek daha çok şey söylemeye” (alıntıdır) endeksli bir akademiden fazla girdi bekleyemeyiz. Sosyalist hareket, mevcut birikimiyle bu alanda kendi göbeğini kesmek durumundadır… Ne dersiniz?  

Adını koyalım: Türkiye sosyalist hareketinde derlenme-toparlanma ve yeni bir hamle için ortaya atılan önerileri, bu önerileri kimin hangi “dar grup” hesabına göre yaptığına ilişkin tespitlere girmeden önce, karşılığının olup olmadığıyla ve gerçekleşebilirlik durumuna göre tartışmaya, ama içtenlikle tartışmaya var mıyız?  

Sonuç: “Aklın kötümserliği-iradenin iyimserliği” ikiliğinin dışına çıkıp hem aklın ve iyimserliğin iradesini hem de iradenin aklını ve iyimserliğini sergilemeye ne dersiniz?

Bizden (şimdilik) bu kadar…