Siyasetten, özel olarak sol siyasetten söz ediyoruz ve “adaptasyonu” kısaca şöyle tanımlıyoruz: Genel hatlarıyla tanımlanmış önceki döneme göre belirgin biçimde farklı özellikler taşıyan yeni bir döneme ayak uydurma, bu yeni dönemin gereklerini yerine getirme…
Bu tanımla bakıldığında, Türkiye solunun 1960’lardan 1990’lara uzanan 30 yıllık bir dönemde 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 gibi iki kritik dönemece rağmen adaptasyon sorunu yaşamadığı söylenebilir.
Nasıl söylenebilir?
Basit nedenlerle: 12 Mart, onca celadetine rağmen Türkiye solu tarafından bir tür devre arası gibi görülmüş, özel bir adaptasyon gereği duyulmadan yola aşağı yukarı aynı çizgiler korunarak devam edilmiştir.
Solun 12 Eylül’le birlikte adaptasyon sorunu yaşamamasının nedeni ise daha farklı, hatta trajiktir: Çünkü ortada “adaptasyon” meselesini ele alıp gereğini yapacak doğru dürüst siyasal özne kalmamıştır…
Adaptasyon denecekse, 1980’lerin sonuyla 1990’lara bakılmalıdır: “12 Eylül’den çıkış” sürecinin, çöken bir dünya sisteminden ve esen liberal rüzgârlardan fazlasıyla etkilendiği, böyle yaşandığı bir dönemdir.
Ayrı bir hikâyedir ve bugünkü yazının konusu değildir.
***
Konu şudur: Türkiye solu ve solun etkilediği, etkileyebileceği geniş kesimler bugün öncekinden farklı özellikler taşıyan, çok daha karmaşık, hatta zaman zaman savurucu da olabilen bir adaptasyon sorunu yaşamaktadır.
Nedeni, o kadar da anlaşılmaz değildir.
Cumhuriyet tarihinin başka hiçbir dönemi bugünkü kadar belirsizliklerle dolu, bu kadar kaotik olmamıştı. Şöyle bir düşünelim: Koskoca bir Gezi oldu, ama sonra… 7 Haziran’da AKP’ye iyi bir ders verilmişti, ama 1 Kasım’da… Kürt sorunu “çözülüyor” gibi… gibi de yoksa kanlı bir iç savaşa mı gidiyoruz… AKP gitti gidiyor… gibi görünüyor, ama bu arada İslami bir faşizm geliyor olmasın… AKP’yi götürse götürse Kürt hareketi götürür… ama canım Kürt hareketi de… AKP bölge politikalarında dersini aldı, şimdi uslu uslu… ama ya daha da saldırganlaşıp bir de savaş çıkarırsa…
Evet, durum buysa “adaptasyonun” o kadar kolay olmayacağını kabul ediyoruz.
İyi de, işi daha da zorlaştırmanın, hayatı olduğundan daha güç hale getirmenin âlemi var mı?
***
Eğer bu ülkede “Gezi kuşağı” ya da “Gezi kitlesi” denebilecek bir kesim varsa, bu kesimle örgütsel angajmanı olan “kadrolar” arasındaki fark sanıldığı kadar büyük değildir.
Yani az önce sözü edilen gelgitler, ikilemler ve tereddütler “kitle” için ne kadar geçerliyse, “kadrolar” için de aşağı yukarı aynı ölçüde geçerlidir. “Kitle”, artık görece uzun dönemlerde değil neredeyse anlık olarak değişen durumlara adapte olmakta nasıl güçlük çekiyorsa “kadrolar” da çekmektedir.
“Aaa hiç olur mu, aslında kadro dediğin…” denecektir…
Denir, denebilir, ama bu özel durumda denmesin; çünkü “adaptasyon sorununun” ağırlaşmasına yol açan önemli bir noktanın gözden kaçırılmasına yol açabilir.
Sorun, insanların, sahiplendikleri, doğruluğuna inandıkları dünya görüşüne, teoriye, çözümleme yöntemlerine ve ideolojiye, istisnasız her olayı ve her süreci ortaya çıkacak sonuçlarıyla birlikte önceden görüp açıklayabilecek mutlak bir yetkinlik atfetmelerindedir.
Böyle olmadığını, olamayacağını söyleyenlere ise abdestinden şüpheli kişiler olarak bakmalarındadır.
Birincisi budur.
İkincisi de, siyaset denilen şeyin en soyut düzeyde yapılamayacağını bilip kabul edenlerin bu işin “en somut” düzeyde de yapılamayacağını görememeleridir. Başka bir deyişle, verili durumdaki (özellikle kaotik bir durumdaki) istisnasız tüm faktörleri, parametreleri ve olasılıkları bir bir hesap edip buradan türetilen bir siyasal hat olamaz.
Yalnızca sol değil, herhangi bir siyasal hat olamaz…
Teorik çözümlemede olduğu gibi, siyasette de araya “düşünülmüş somut” yerleştirilir ve siyaset bunun üzerinden kurulur…
Bugün dinci gericiliğe, emperyalizme karşı, özgürlük ve eşitlik için mücadele diyoruz ya…
İşte budur.
“Teorik açıklayıcılık” iddialarımızda biraz tenzilata gidip siyasal ve örgütsel iddialarımıza zam yaparsak adaptasyon sorununu da aşarız…