Aldanışlarla dolu tarihimiz çok eskilere gider.
1910’larda başladı.
Demokrasi ve özgürlük getireceğine inandığımız İttihat ve Terakki’nin peşine takılmıştık. Meğer kandırılmışız. İttihat ve Terakki despot yüzünü çok geçmeden gösterdi.
Biz de sağa sola savrulup gittik.
20’lerde gözlerimizi Kemalist iktidara çevirdik. Tarihten ders alıp Batı âlemini felakete sürükleyen kapitalist gelişme yolundan uzak duracağına, büyük komşumuzun da desteğiyle başka bir yol seçeceğine inanıyorduk. Bizim inanmamız bir yana, aralarında bunu söyleyenler vardı.
Samimi değillermiş.
30’larda yeniden umutlandık. Kapitalizmin derin bunalımı iyi bir dersti. Bizimkiler bu dersi alıp yeni bir yol seçmişlerdi. Yani 20’lerdeki düş kırıklığımızı giderecek bir yöneliş söz konusuydu. Biz de bir dergi etrafında toplanıp “kadro” oluşturduk.
Ama üç yıl olmuştu ki ipimizi çekiverdiler.
Bu kez de samimi değillermiş.
40’larda bizi umutlandıran, savaş sonrası dünyaya egemen olan ortamdı. Herkes demokrasi diyor, bizimkiler de bu genel havanın dışında kalamıyordu. Umutlanmak için her tür neden vardı.
Öyle görünüyordu, ama…
Çok geçmeden soğuk savaşın başımıza çökeceğini, dün demokrasi diyenlerin bu kez soğuk savaş çığırtkanlığı yapacaklarını nereden bilebilirdik?
Aldanmıştık.
1950’ye gelindiğinde Demokrat Parti yepyeni bir umut ışığı oldu.
Hürriyet, demokrasi diyorlardı; tek parti dönemine karşı “yeter, söz milletindir” diye haykırıyorlardı.
Sonra iktidara geldiler. Gelince komünistleri topladılar, NATO’ya girdiler, Kore’ye asker gönderdiler.
Kandırılmıştık.
60’lara yeni bir umutla girdik.
Önce Harbiyelileri aldatmaya çalıştılar; onlar da “Harbiyeli aldanmaz” dediler… Gerçi biz Harbiyeli değildik, ama 60’ların sonuna doğru siyasal ortam kızıştıkça aramızdan kimilerine “dayan”, “göğüsle”, “az kaldı” dediler.
Akim kaldı…
Öyle pek kandırılmış sayılmazdık, ama fena halde gaza getirildiğimiz açıktı.
70’lerde Ecevit’in mavi dalgası…
“Toprak işleyenin su kullananın” diyordu. 141-142 kalkabilirdi. Dahası, CHP ile Fransa’daki gibi bir “ortak programda” buluşabilirdik.
Sonuç düş kırıklığı oldu. Mavi dalganın niyeti mi yoktu, yoksa yaptırtmadılar mı, ayrı bir tartışma konusu.
80’ler geldiğinde Özal’ın bir yıldız gibi parlayışını ve getirdiği yenilikleri izledik. 12 Eylül karanlığından sıyrılmaya başlayan ülkede liberal iklimin ilk esintileri hissedilmeye başlamıştı. Özal “dört eğilimi bir araya getirme” iddiasında olduğundan bizim de önümüz bir şekilde açılabilirdi.
Ancak, bir araya getirdikleri arasında her eğilim vardı da sol yoktu.
Bir düş kırıklığı daha…
90’lar mı?
Bakın, onun yeri apayrı.
Duvarlar, tabular ve sistemler yıkılıyor, ezberler bozuluyordu. Yerelleşme ve ademi merkezileşme ile küreselleşmenin ilginç ve ilerletici bir sentezde buluşması, evrensel enformasyon okyanusundaki sınırsız komünikasyona, alkültürasyona, özgür girişimciliğe kapıları ardına kadar açıyordu.
Sonra, büyük anlatılar bir kenara atılıyordu…
Kimilerince “postmodernist” diye küçümsenen bilgeler olup bitenin adını koyuyordu… Francis Fukuyama tarihin sonunu ve liberalizmin nihai zaferini ilan ederken Sigmund Theodor Ranshoffer binyılın yeni paradigmasını ilmek ilmek örüyordu…
Ama sonu pek umduğumuz gibi gelmedi.
Hepsinin ardından gelen, savaş, şiddet, katliam, göç, ırkçılık oldu…
Günümüze yaklaşıyoruz…
2000’ler umutlarımızın en uzun soluklu olduğu dönemdi. Az buz değil, AB üyesi oluyorduk; Kopenhag kriterlerini iliklerimizde hissedebiliyorduk. İktidar ülkeyi ileri demokrasiye taşımaya, asker vesayetine son vermeye kararlıydı.
Kar, bora, fırtına sükûn bulacak, merkez çevreye selam duracaktı…
Olmadı.
Bu umut döneminin sonu kötülerin de kötüsüydü: Aldatılmış, kandırılmış, dolandırılmış, tufaya getirilmiş ve bir de kullanılmıştık…
***
2010’ları yarılamışken, bu uzun aldanışlar tarihinin artık kapandığını düşünüyoruz.
Bakın günümüze: Milli mutabakat oluşuyor… Tüm partiler demokrasiye kıskançlıkla sahip çıkıyor, darbelere karşı dimdik duruyor, ülkeyi bölmek isteyenlere meydan vermiyor… İktidar sonunda Kemalizm’e teslim oluyor, ABD’yi şunu bunu dinlemeyip ülkenin çıkarı neyse onu yapıyor.
Bu sefer oldu gibi.
Yani galiba…