8 Haziran’ı boşuna beklemedik

7 Haziran’ın son dönemde yaşanan en önemli seçim süreci olduğu konusunda genel bir ortaklık var. Bu derece önemli bir sürecin çok ciddi bir tartışma başlığı haline gelmesi de doğal karşılanmalı. Nitekim, hem Türkiye siyasetinin bütününde hem de sosyalist hareketin içinde 7 Haziran’a dair çok boyutlu bir tartışma süreci yaşandı.

Kimi marjinal örnekleri saymazsak, 7 Haziran seçiminin önemsiz olduğunu söyleyen olmadı. Yine aynı şekilde, 7 Haziran seçiminin bir ölüm kalım meselesi olduğunu savunan da görülmedi. Genel kanı, Türkiye’de siyasetin ve toplumsal dinamiklerin bundan sonraki dağılımını, konumlanışını ve kapasitesini belirleyecek olması anlamında 7 Haziran seçiminin önemini teslim etmek; öte yandan Türkiye’nin birikmiş sorunlarının çözülmesi ve AKP gericiliği altında geçen yılların tahribatının giderilmesi için sandıktan çıkacak bir meclis bileşiminin yeterli olmayacağını saptamak yönündeydi.

Uzatmadan söylersek, sosyalist hareketin genelinde 7 Haziran’ı önemsemek, ancak 8 Haziran’dan itibaren açılacak döneme işaret etmek yönünde bir kararlılık gözlendi.

İşte şimdi o noktadayız. 8 Haziran ve ertesindeyiz. Açılacağını söylediğimiz ve birçok olanak sunacağını öngördüğümüz o dönemdeyiz.

Kuşkusuz özel bir dönem olarak 8 Haziran sonrasının bütünlüklü ve belirgin bir haritasını çıkarmak için henüz biraz erken. Ancak yine de öngörülerimize güvenmek ve devrimci siyasetin hızlı adım atabilecek bir pozisyon seçebilmesi için hazırlıklarımızı sürdürmek zorundayız.

O halde şu soruya yanıt vermeliyiz: Elimizde ne var?

***

7 Haziran seçimi Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin ve yeni anayasa beklentisinin sonudur. Bu defter kapanmıştır. Türkiye halkı, Erdoğan’a anlayacağı dilden yanıt vermiştir.

AKP’nin gerilemesi ve tek başına hükümet kurmayı bile başaramaması Türkiye emekçi halkı için olumlu bir gelişmedir. Sermaye düzeninin AKP’nin sivriliklerinin törpülenmesini istemesi ile AKP’nin halkın sandıkta gösterdiği tepkiyle gerilemesi aynı şey değildir ve birbirine karıştırılmamalıdır.

HDP, kimi kötümser tahminlerin aksine, yüzde 13 gibi bir oy oranıyla barajı geçmeyi ve mecliste 80 kişilik bir grup kurmayı başarmıştır. Bu durum HDP’nin niyetinden, hedeflerinden ve bundan sonraki stratejisinden bağımsız olarak AKP’nin ciddi bir oranda gerilemesine yol açmış olumlu bir gelişmedir. Türkiye halkı, başta baraj olmak üzere halkın iradesinin meclise yansımasını önleyen tüm engelleri yıkmıştır.

Sadece HDP ve CHP değil, MHP bile seçim sürecinde AKP karşıtlığını öne çıkaran bir taktik izlemiştir. Bizlerin uzun yıllardır başa yazdığı AKP karşıtlığı, 7 Haziran seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, Türkiye’de alıcısı olan bir siyasal hattır. Bu hattan yürümeye devam edilmeli, AKP karşıtı mücadelede tek bir geri adım atılmamalıdır.

Uluslararası çevrelerin ve Türkiye sermayesinin AKP’nin ve Erdoğan’ın aşırılıklarından rahatsız olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Bu çevreler, AKP’nin burnunu sürtmek için şimdiye kadar çeşitli girişimlerde bulunsalar da AKP’yi gerileten ve mutlak bir başarısızlığa mahkum eden doğrudan doğruya Türkiye halkıdır. Bu başarının sermaye çevreleri tarafından ele geçirilmesine izin verilmemeli, halkın kendi öz gücüyle kazandıkları kıskançlıkla korunmalıdır.

Sosyalist solda bizim başını çektiğimiz “AKP’yi yalnız bırakın” sloganı söz konusu meseleye olabilecek en doğru yaklaşımı sunmaktadır. AKP’nin yalnız bırakılması, yani ya MHP ile bir koalisyona ya da erken seçime zorlanması, mevcut kriz halini derinleştirebilecek etkilere sahiptir. Bu dönemde istikrar beklentisi veya kaos tehlikesi ile korku salmak burjuvazinin işidir ve bu çaba ısrarla teşhir edilmelidir.

Türkiye’de 2002 ile başlayan ve uzun bir karanlık kesit olarak hatırlanacak olan AKP dönemi fiilen sona ermiştir. Bundan sonra AKP ister yeniden hükümet olsun ister Erdoğan partisinin başına geri dönsün, Türkiye halkına boyun eğdirilemeyeceği belli olmuştur. Şimdiki mücadele, sona eren AKP döneminin yerine neyin konulacağıdır.

Uluslararası çevrelerin ve büyük sermayenin beklentisinin bir tür “Erdoğan’sız AKP” iktidarı olduğu bellidir. AKP içinden ve dışından kimi siyasetçi figürlerinin parlatılmasına dönük çabalar da bu niyetle alakalıdır. Ancak Erdoğan’sız bir AKP’nin gerçekçiliği hayli kuşkuludur. Erdoğan liderlik özellikleriyle ve parti-devlet mekanizması üzerindeki hakimiyeti ile son derece özel bir liderdir ve onun yokluğunda AKP diye bir şeyden söz etmek pek de mümkün değildir.

***

Kriz, birçok özelliğinin yanı sıra, öngörülemeyen gelişmelere açıklık anlamına da gelir. 7 Haziran seçiminin sonuçları Türkiye’de uzun süredir dinginleştirilemeyen kriz başlıklarını kuvvetlendirmiştir. Dolayısıyla, başta emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin planları olmak üzere, sermaye düzeninin beklentilerinin tereyağından kıl çeker gibi hayata geçirilebileceğini düşünmenin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Türkiye krize, bu anlamda öngörülemeyen gelişmelere açık bir ülkedir. Sosyalist hareket tutukluğunu ve etkisizliğini aşmak ve krize müdahale etmek için ihtiyaç duyduğu atılımı hızla hayata geçirmelidir.

Seçim sonuçlarının ardında Haziran Direnişi vardır. Bir başka deyişle, pusuladaki tercihler ne yönde olursa olsun, AKP’yi gerileten esas güç Haziran Direnişi’nde tanık olduğumuz halk dinamiğidir. Sosyalist hareket, bu dinamikle seçim platformunda buluşamamış olmasına rağmen, açılmakta olan yeni dönemde söz konusu dinamiğin temsiliyetini üstlenmenin yollarını bulmalıdır.

Haziran Direnişi’nde açıkça görüldüğü üzere, Türkiye’de cumhuriyetçi/laik taleplerle özgürlükçü talepler birbirine yaklaşmıştır. 90’larda biri resmi devlet politikası, diğeri ise neoliberal/özelleştirmeci saldırının kılıfı olarak gündeme gelmiş olan cumhuriyetçilik/laiklik ve özgürlükçülük, AKP iktidarının ağır baskısı altında ve toplumsal dönüşümün sonucunda halkçı ve muhalif bir karakter kazanmışlardır. Daha açık bir deyişle, 90’lardan farklı olarak, günümüzde cumhuriyetçilik/laiklik ve özgürlükçülük, sermaye düzenin tahkimine hizmet etmek şöyle dursun, AKP iktidarına karşı mücadelenin en dolaysız kaynaklarından haline gelmiştir. Sosyalist hareket, bu iki dinamiği bir arada tutmayı ve Türkiye’nin kurtuluşu mücadelesinde seferber etmeyi başaracak siyasal ve ideolojik yaratıcılığı göstermelidir.

Kürt siyaseti son seçim süreci ile birlikte Türkiye’nin yerleşik/olağan siyasal güçlerinden biri haline gelmiştir. İçinde birbirinden farklı hedeflere ve ağırlıklara sahip kesimlerin olduğunu bildiğimiz Kürt siyaseti, “Türkiyelileşme” olarak adlandırılan stratejiyi ısrarla sürdürmüştür ve seçimdeki başarısını biraz da bu stratejiye borçludur. Burada sosyalist hareket açısından önemli olan, Kürt siyasetinin niyetlerinden bağımsız biçimde, ortaya çıkan kardeşlik zeminidir. Diğer bir deyişle, “Türkiyelileşme” adı altında sürdürülen strateji, ülkenin batısında yoğunlaşmış cumhuriyetçi/laik kesimlerin dahi HDP’ye oy verebilmesini sağlamış, bu anlamda Haziran Direnişi’nden hatırladığımız Lice protestosuna benzer bir duygu durumu ülkede kardeşliği gerçek bir olasılık haline getirmiştir. Anayasa tartışmaları veya bölgesel politikalar bağlamında gündeme gelebilecek konfederalizm ya da özerklik gibi uygulamalar, söz konusu kardeşlik ihtimalini zayıflatacaktır. Dolayısıyla, Kürt siyasetinin bir dönem olduğu gibi daha “Kürdi” bir çizgiye çekilmemesi, mevcut kardeşlik şansının kullanılması için “Türkiyelileşme” ekseninde tutulması önemlidir. Kürt siyasetinin içinde bu yönelime ve hedefe sahip kesimler olduğu da bilinmektedir. Ancak bu bahiste de asıl sorumluluk ve görev ülkenin en ileri siyasal hattını temsil eden sosyalistlerindir.

Bütün bunları yapabilmek için sosyalist hareket kendi bağımsız hattını sınıf perspektifi ve devrim hedefi ile birlikte kurmalıdır. Kendi bağımsız hattına sahip olamayan, sınıf politikası ve devrimci iddiasını güçlendiremeyen, düzen karşıtı bir kitlesel güç haline gelemeyen sosyalist hareket, yukarıda saydığımız görevleri de yerine getiremeyecektir. Bu anlamda, bağımsız hattın güçlendirilmesi ile toplumsal dinamiklerin temsiliyetinin üstlenilmesi, ülkenin ilerici güçlerinin birliğinin sağlanması, geniş muhalefet olanaklarının sosyalist iktidar hedefiyle buluşturulması birbirini dışlayan değil, birbirini gerektiren çalışma başlıklarıdır.

Ayrıca başta metal işçilerinin son direnişinde görüldüğü gibi, Türkiye’de ekonomik krize paralel biçimde seyreden bir işçi dinamiği de söz konusudur. Bu dinamiğin ne kadar uzlaşmaz ve direngen olabileceği son birkaç yıldaki örneklerle yeterince gözlenmiştir. Ancak sosyalist hareketin bu dinamik içerisindeki örgütlülük ve temsiliyet gücü son derece zayıftır. Önümüzdeki dönemde, bir ekonomik kriz ortamında işçi tepkiselliğinin artacağı da hesap edilerek, sınıf içinde kalıcı mevziler kazanmak üzere planlamalar yapılmalıdır. Bu tür bir çalışma, bir önceki paragrafta vurguladığımız sınıf politikasının güçlendirilmesinin de yegane yoludur.

İşçi sınıfı dışında, Türkiye’de giderek yükselen ve patlamalar gerçekleştirme ihtimali bulunan bir kadın ve gençlik dinamiği bulunmaktadır. Hiçbir geleneksel kodlama ya da alışkanlık, kadın ve gençlik dinamiğinin gücünü azımsamaya neden olmamalı, Türkiye’de AKP karşıtı geniş kitlelerin içinde kadınların ve gençlerin özel bir ağırlık taşıdığı unutulmamalı ve sosyalist hareketin kadın ve gençlerle buluşması için her türlü imkan değerlendirilmelidir.

***

Saydığımız başlıkların ve bu başlıklara dair yürütülecek hazırlıkların kolay bir iş olmadığını söylemeye gerek yok. Ancak sosyalist hareketin tarihi son derece önemli bir birikime sahiptir. Yıllara dayanan bir mücadele ve hareket kültürü, siyasal ve örgütsel süreklilik, farklı dönemlerin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir deneyim zenginliği gibi olgular, sosyalist hareketin bu süreçteki en büyük şansını oluşturmaktadır.

Bu şansa eklenmesi gereken tek şey ise açılmakta olan dönemin imkanlarına dikkat kesilen bir duyarlılık ve yerleşik alışkanlıkların kısıtlarından kurtulmak konusundaki cesarettir.

Deneyim ve olgunluk istek ve cesaretle buluştuğunda, sosyalist hareketin ülkedeki 5. siyasal güç olma hedefi de bir hayal olmaktan çıkacaktır.

Seçim sürecinde sık sık işaret ettiğimiz 8 Haziran ve sonrası, ancak 5. güç olma hedefiyle birlikte ele alındığında anlam kazanmaktadır zaten.

Yani 8 Haziran’ı boşuna beklemedik. O halde zaman kaybetmeden yola çıkmak lazım.