1915: Bu kez soykırım dendi…

24 Nisan geldi geçti ve ABD başkanı bu kez beklendiği gibi Osmanlı dönemindeki “1915 olaylarını” soykırım (jenosit) olarak tanımladı.

Öyle miydi değil miydi?

Bu konudaki tartışmalar eskiden olduğu gibi sürüp gidecektir. Bu yazıda konunun uluslararası hukuk çerçevesinde ayrıntılı değerlendirmesine kalkışacak değiliz. Buna rağmen, bu hukuka göre bir değerlendirme “objektif” sayılacaksa, elimizdeki temel belge BM Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”dir.

Bu Sözleşmenin II Maddesine göre soykırım, “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu tamamıyla ya da kısmen yok etme niyetini taşıyan eylemler” olup bu eylemlerin hangi biçimleri alabileceği maddeler halinde sıralanmıştır.  

Maddenin hemen altındaki (a) fıkrasında “gruba mensup olanların öldürülmesi” bu biçimlerden ilki olarak belirtilmektedir. Konumuz açısından özel önem taşıyan husus ise (c) fıkrasında dile getirilmektedir: “Grubun, fiziksel anlamda tamamen ya da kısmen yok edilmesi hesabıyla kasıtlı olarak belirli yaşam koşularına zorlanması.”  

Bu durumda, zamanın İttihat ve Terakki yönetiminin amacının yok etme değil tehcir, yani yer değiştirme olduğu kabul edilse bile, tehcir işleminin uygulandığı ortam, çevre, koşullar ve yol açtığı sonuçlar, Sözleşmedeki (c) fıkrası kapsamında değerlendirildiğinde fiilen gerçekleşen “olay” bir soykırıma işaret etmektedir.

Sadece Sözleşmede yapılan tanımla ilgili bu kısa hatırlatma işin başı sayılsa bile elbette sonu değildir ve konuya ilişkin başka pek çok hukuksal değerlendirme yapılabilir.

Ama dediğimiz gibi, yazının amacı bu değildir.

***

Adı nasıl konulursa konulsun, soykırım dersin denmesin, aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, böylesine büyük bir katliamın lanetlenmesi, başka her şey bir yana, insanlık adına asgari bir ahlaki ödev sayılmalıdır.

Bizim anlam veremediğimiz, 1915 “olaylarına” konulacak adın, insanların halihazırdaki siyasal duruşları ve geleceğe yönelik düşünceleri açısından adeta tek başına bir turnusol kağıdı sayılması, bir ilmihal maddesi haline getirilmesidir.  Oysa bize göre ne olaylar için “soykırım” tanımını kullananların hepsi ilerici, demokrat, özgürlükçü, sosyalist, ne de büyük bir katliam yapıldığı gerçeğini kabullendikten sonra bu tanımın kullanımına itiraz edenlerin hepsi insanlık düşmanı, gerici, ırkçı, faşisttir.

Daha tuhafı ise, 1915 “olayları” için belirli bir tanımın kullanılıp kullanılmamasının, yani “soykırım” denip denmemesinin, ilgili ülkenin mevcut ve gelecekteki siyasal karakteri açısından belirleyici bir faktör sayılmasıdır. Oysa Türkiye’deki bugünkü siyasal rejim, ne Ermeni soykırımını (bir kez daha) reddettiği için farklı ve daha beter bir yörüngeye girecek ne de (olmaz ya) bunu kabul ettiğinde ıslah olup düzelecek, örneğin Kürtler söz konusu olduğunda daha aklı başında yaklaşımlar benimseyecektir. Alman Şansölyesi Willy Brandt 7 Aralık 1970’te Varşova gettosundaki Yahudi anıtı önünde dizlerinin üzerine çöküp özür dilediğinde Almanya ne kadar değişmişse, Ermeni soykırımının kabulü halinde Türkiye de o kadar değişecektir.

Kuşkusuz, bu söylenenlerin ötesine geçip “yargılanma” “tazminat”, “toprak talebi” gibi muhtemel sayılan kimi sonuçlara işaret edenler de olacaktır; ama bize göre bunların hepsi ancak fütüroloji kapsamında değerlendirilebilecek şeylerdir.   

Çok meraklı olanların bir kısmının halisane niyetlerinden kuşku duymasak bile böyle konulara ilişkin “geçmişle yüzleşme” taleplerini naif bulduğumuzu söylemek zorundayız. Naiflik, yüzleşme taleplerinin kendisinde değil, bunun devletlerden ve siyasal iktidarlardan beklenmesindedir. 

***

Konuyla çok ilgisiz görülebilir, ama Çerkes dostlarımızdan bir ricamız olacak: Önümüzdeki  Mayıs ayının 21’inde Çerkes soykırımı gündeme gelecek; bu olayın Çarlık Rusya’sında ve 1864 gibi erken bir tarihte gerçekleştiği net biçimde vurgulansın ki bunun da faturası İttihat ve Terakki’ye ya da Cumhuriyet’e çıkarılmasın.

Bilen de var bilmeyen de…

Üstelik günümüzde ikincisi daha ağır basıyor…