‘Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz’ veya yerel yönetimlerin göçle imtihanı
Çok açık ve doğaldır ki ülkenin göç politikası da diğer alanlardaki gibi, iktidarın kapalı kapılar ardında yürüttüğü pazarlıklar üzerinden ilerlemekte. Hâliyle yerel yönetimler özelinde de bu politikaların, hukuki boyutuyla da alenen tartışılması, konuya ilişkin insancıl ve sosyalist bakış açısı temelinde çözümlerin önerilmesi elbette büyük güçlüklere gebedir.
Ebru Beşe
Yazının başlığı Ursula Le Guin’in “Devrimden Önceki Gün” kitabından alıntı, ancak bu tam olarak yazıda anlatacağım başka bir kitabın bende uyandırdığı hisse tekabül ediyor.
Aslında bu yazının tarzı bir hukukçu olarak pek yazdığım veya çalıştığım türden değil, bununla birlikte hakkında yazmadan geçemeyeceğim bir kitap söz konusu, Ercüment Akdeniz’in 2024 yılının ocak ayında yayımlanan “Göç ve Belediyeler - İktidar ve Muhalefet Perspektifleri” kitabı.
Öncelikle uzun zamandır mülteci hukuku alanında ve yabancılarla çalışmam nedeniyle, ister istemez göçün hukuki, insani, hemen her yönüne tanıklık etmiş biri olarak, kitabın somut gerçeğe bu derece temas etmesinden bir hayli etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Zira aslında gündelik olarak süregiden ve bir hayli karmaşık olan bir meseleyi, derli toplu ve devrimci bir çizgi temelinde anlatmak kolay olmasa gerek. Üstelik kitap, içerik itibariyle, yerel yönetimleri göç başlığı altında tartışarak yazın alanında pek de yapılmamış bir işi yapıyor ve bu alandaki kaynak ihtiyacını da rahatlıkla karşılıyor. Kaldı ki göç başlığında madalyon hep çok yüzlü. Toplumun her kesiminden ve her görüşten insanın tepkileri birbirinden oldukça farklı olabiliyor. Bu durum ise sadece meselenin karmaşıklığıyla değil, aynı zamanda bu meseleye dair söz söylemenin zorluğuyla da sınanmak anlamına geliyor.
Kitap, yedi bölümden oluşuyor ve bu bölümlerin ana başlıkları şöyle: İdari ve Mali Yapı Değişmeden Göç Sorununda İlerleme Olmaz, Çalışma Hayatında Yerel Yönetimlerin Rolü Yadsınamaz, Konut, Barınma ve Mekânsal Sorunlar, Bir Arada Yaşamanın Koşullarını Sağlamak, Sosyal Hizmet Alanı: Sorunlar, İhtiyaçlar, Öneriler, İktidar ve Muhalefet Belediyelerinin Tutumları şeklinde ve nihayetinde Sonuç bölümü.
Çok açık ve doğaldır ki ülkenin göç politikası da diğer alanlardaki gibi, iktidarın kapalı kapılar ardında yürüttüğü pazarlıklar üzerinden ilerlemekte. Hâliyle yerel yönetimler özelinde de bu politikaların, hukuki boyutuyla da alenen tartışılması, konuya ilişkin insancıl ve sosyalist bakış açısı temelinde çözümlerin önerilmesi elbette büyük güçlüklere gebedir. Bu tür bir teşebbüsün veya çabanın vatan hainliğinden sığınmacı sempatisine kadar epey geniş bir yelpazede damgalanmak gibi bir sonucu olması muhtemeldir.
Ancak ezilenlerin dayanışması ve konu özelinde toplumcu, halkçı, sosyalist belediyecilik çerçevesinde, birlikte mücadele etmesi gerektiği iddiasında isek, bu güçlükleri göğüslemek de devrimciliğin, başka bir dünyayı herkes için istemenin şanından olsa gerektir. Zira tarih boyunca pek çok defa gördüğümüz üzere, kapitalizm içine düştüğü her krizi faşizme has yöntemlerle çözmeye çalışmıştır. Hali hazırda da dünyada ve ülkede, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi, tam da böyle büyük bir dalga ile yükselirken, bizim nüfus kağıdına bakmadan, ezilenlerin birleşmesini ve birleşik bir cephe kurmaktan başka yolumuz olmadığını cesurca ifade etmemiz gerekmektedir. Bu da tarihin öbür yüzünde, devrimci mücadele tarihinde daima tanık olduğumuz ve tespit ettiğimiz bir gerekliliktir.
Kendi sözünü söylemenin şehvetinden kurtulup kitaba dönersem: Kitaptaki her bölüm belli bir plan dahilinde ilerliyor. Kendi içinde önce başlıktaki vurgularla uyumlu tespitler izah edilip, bu tespitlere dair -varsa- kanuni veya hukuki karşılıklar ortaya konuyor. Ardından her bir bölüm tespitin yapıldığı sorunlara ilişkin bir perspektifin ve son olarak da somut çözüm önerilerinin ortaya konulmasıyla tamamlanıyor. Elbette bu yazı kitabı tamamen özetleyerek, sizi okumaktan alıkoymak üzere yazılmadı. Ancak bazı bölümlerdeki ana çizgiler de tercihen konuşulmaya değer.
Tabii ki bir hukukçu olarak, Belediyeler Kanunu’ndaki mali haklar yönünden var olan düzenleme üzerine yapılan tartışmalar ilgimi çekti ancak genel olarak da dikkate şayan bir bölüm olmuş. Her belediyenin merkezi bütçedeki payının/hakkının sadece orada yaşayan yurttaşlar kadar olması önemli bir mesele. Bunun diğer anlamı veya merkezi hükümetin aslında bize demek istediği şu, “Biz sizin kentinize canımızın istediği kadar yabancı göndereceğiz, ama siz şehrinizde yaşayanların toplam sayısı üzerinden değil yurttaş sayısına göre bütçeden para alacaksınız. Böylece şehrinizde –belki de- iki katı insan yaşarken ve sizin bu sürece asla dahliniz bulunmazken, biz size hak ettiğinizin belki de yarısı kadar bütçe vereceğiz”. Oysa Belediyecilik Kanununun esas ilkelerinden biri “hemşehrilik hukuku”dur. Peki bu nasıl bir hukuktur? Ki bu soruyu kitaptaki birçok başlık açısından sormak, verili ulusal ve uluslararası hukuki düzenlemelere açısından da gayet uygun ve doğru olacaktır.
Ancak asıl önemli tartışma kanaatimce çalışma hayatına ilişkin olan başlıkta serimlenmiştir. Sınıf temelli yaklaşım ve ezilenlerin hakları yönünden, göçmenlik, mültecilik ve bu bağlamda belediyeciliğin rolü, asıl bu başlıkta karşımıza çıkmaktadır. Zira siyasal İslamcılığın gereklerini ve kapitalizmin esaslarını gözeten iktidarın, ülkeyi dünyanın en ucuz şekilde ve neredeyse köle gibi çalışan göçmenlerin deposu haline getiren pazarlıkları nazara alındığında, - ki burjuva hukuk sistemlerinde ve uluslararası hukukta dahi yasaklanmış olan - kölelik koşullarında çalışmaya razı olmak zorunda bırakılan emekçi kitlelerinin haklarının savunulabilme noktası, yerel yönetimler açısından belki tam burasıdır. Nihayetinde ruhsatlı veya ruhsatsız, herhangi bir belediye sınırları içindeki tüm işyerleri, o belediyenin yetki ve denetim alanındadır. Bu alan içerisindeki işyerlerinin etkin bir şekilde denetimi, kölelik koşullarında ve çalışma izni almadan yabancı işçi çalıştıran işyerlerine, imkânlar dahilinde yaptırım uygulamanın, yerel yönetimlerin hem görevi hem de toplumcu belediyecilik adına bir sorumluluğu olduğu, dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zira işyerinde yabancıların çalıştırılabilmesi için, çalışma izni almanın, sadece patronların inisiyatifine bırakıldığı bir durumda, hiç olmazsa kanuna uygun bir şekilde işyerinin çalıştırılıp çalıştırılmadığının denetimi, belki de kritik bir yaptırım gücü olarak, halen yerel yönetimlerin elindedir. Kitapta da bu noktanın sarih bir şekilde izah edilmesini, bu konularda kafa yormuş bir okur ve dahi hukukçu olarak, mücadele imkanlarının tespiti açısından çok yerinde buluyorum.
Göç ve belediyeler üzerine “dinleyip diyecek çok” elbette. Kitabın içeriğine dair de söylenecek çok şey var. Ancak daha kat edeceğimiz yol da uzun, meşakkatli ve tabir-i caiz ise epeyce dikenlidir. Kaldı ki kitapta yer alan ve yukarıda zikredilen diğer başlıklara değinmemiş olmak, önemsizliğinden değil, yazıyı okuyanların da dikkatlerini kitaba çekmek maksadıyladır. Öyleyse hem kitap hem de yazı üzerinden, belki de Ercüment Akdeniz’in söylediği şekliyle, şöyle sonlandırmak uygun olacaktır:
“Kentin bütün işçileri, ezilenler ve göçmenler birleşin.”
*Ursula K. Le Guin, Devrimden Önceki Gün