Sessizlik örüntüleri
Nurdan Gürbilek, “Sessizin Payı” adlı kitabında; Benjamin, Dostoyevski, Tolstoy, Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Peyami Safa, J.M. Coetzee gibi yazarların kitaplarını belli temalar çerçevesinde değerlendirerek edebiyatın politika ile ilişkisini sürükleyici ve edebi bir dille anlatıyor ve bu bağlamda sessizlerin sesi olma konusunu tartışıyor.
Ufuk Akkuş
Klasik romanların sadece bir kez okunmakla yetinilmemesinde sayısız yararlar vardır. Öncelikle ilk okumada özümseme eksikliğinden bahsedilebilir. Ayrıca kitabın hayatın farklı dönemlerinde okunması, birikimlerle örülü yepyeni bir fikir dünyasının katkısıyla daha önce farkedilemeyen yönlerin ve detayların belirginleşmesinin yolunu açabilir. Roman eleştirisi ve yorumu ise bizi yeterince göremediğimiz ayrıntılar, çağrışımlar ve imgeler dünyasına götürebilir. Yapıtı farklı gözlerle tekrar okuma isteği de uyandırabilir. Romanlardan yola çıkarak edebiyat ile politik ve gündelik hayat arasında ilişkisel bağlar kurmak ise deneme türünün kullandığı yöntemlerden biridir.
Nurdan Gürbilek, “Sessizin Payı” kitabında romanların içindeki psikolojik, hukuki, toplumsallık öğelerini ön plana çıkararak hem bir roman analizi yapıyor hem de edebiyat ile politika arasındaki bağlara odaklanarak sosyolojik tartışmalara giriyor. Denemelerde ele aldığı her bir romanı da o romanlarda başat öğe olan kavramlar çerçevesinde işliyor. Dostoyevski’de adaleti, Tolstoy’da vicdanı, Orhan Kemal ve Kemalettin Tuğcu’da merhameti, J.M. Coetzee’de utancı, Peyami Safa’da ise kutuplaşmayı (Doğu-Batı) mercek altına alıyor. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanında bir hukuk öğrencisinin yaşlı bir tefeci ile kız kardeşini öldürerek bu cinayeti itiraf etmek suretiyle mahkeme heyetini ve toplumdaki egemenleri suçlayarak savunma yapan Raskolnikov’un öyküsü anlatılır. Raskolnikov, "Neden Napoleon cana kıyınca suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum? Neden yasa koyucular cana kıyınca suçlu olarak yargılanmıyor da ben yargılanıyorum? Neden bir kenti kuşatıp halkını topa tutmak daha saygın biçim sayılıyor?" diye sorar.
Raskolnikov’un konumunu Nazi savaş suçluları ve Kenan Evren’in yaptıklarıyla kıyaslayan Gürbilek, kopuş stratejisi diye adlandırdığı süreci, Hannah Arendt’in "Kötülüğün Sıradanlığı" kitabındaki örnekle pekiştiriyor. En sıradışı cinayetleri işleyenler bunu en sıradan nedenlerle, görev duygusuyla ve terfi edebilmek için gerçekleştirmişlerdir. Nazi savaş suçlularının da faşist cuntanın emrindekilerinin de ortak savunması işte bu denli sıradan ve ürkütücüdür.
Vicdan meselesini Tolstoy’un romanlarına ve onun özyaşam öyküsüne bakarak tartışan Gürbilek, Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı kitabından şu örneği verir: "Doğru bir hayat mı yaşadım? Tamam, iyi bir eğitim gördüm, iyi bir meslek edindim, güzel bir evim, iyi bir evliliğim var. Ama doğru bir hayat mıydı benimkisi? Yoksa kocaman bir yanlış olarak mı ayrılıyorum hayattan?" Konuşan aslında İvan İlyiç değil, Tolstoy’un kendisidir. Ömrü boyunca yazdıkları ile yaşam tarzı arasındaki çelişkiler olan Tolstoy doğru olarak gördüğü hayatı yaşamak için malını mülkünü 1883 yılında karısına devreder, et yemeyi, avlanmayı ve tütün içmeyi bırakır, cinsellikten uzak durmayı savunur. 1884’te hamile karısını geride bırakıp evden ayrılmayı düşünür ama yapamaz, 1897’deki ikinci hamle de sonuçsuz kalır. 1910 yılında ise kış ortasında bir gece yarısı evden kaçar. Birkaç gün sonra ise ıssız Astapovo kasabasında tanımadığı bir istasyon şefinin evinde ölür.
“Merhamet” kavramı çerçevesinde yoksul ve mağdur insanların dünyasına değinen Gürbilek, bu bağlamda Kemalettin Tuğcu ile Orhan Kemal romanlarını gözden geçirir. Tuğcu romanlarında yoksul çocuklar acınacak varlıklardır. Okur aslında o çocuk olmaktan korkar. Sadece merhamet duygusuna değil, insanın ayağının altındaki toprağın her an çekileceği endişesine seslenir Tuğcu. Okurunu, varlığın çocuğu şımarık ve küstah, yokluğun ise çalışkan ve erdemli yaptığına inandırır. Tuğcu’ya göre zenginin parası varsa yoksulun haysiyeti vardır. Acı insanı büyütür, çalışan karşılığını alır, yoksullukta hayır vardır. Gürbilek’in benzetmesiyle, Tuğcu’nun çocuğu leke tutmaz birer fazilet malzemesinden yapılmışsa Orhan Kemal’inki mahalleden yapılmıştır. Tuğcu’nun efendi çocuklarının yerini Orhan Kemal’de içlerinde bıçak gibi bir kıskançlık acısıyla dolaşan, öfkesini bastırmakta zorlanan, ufak bir kıvılcımda patlayıveren, ana avrat küfreden alıngan çocuklar almıştır. Tuğcu çocuğu, iyi kalpli ustasının yanıbaşında bıkıp usanmadan çalışırken Orhan Kemal’inkiler pres makinesinin başında uyuyakalır. Yoksullukta hayır filan yoktur. Orhan Kemal öykülerinde ne mahalleli o kadar iyi ne de yoksullar o kadar lekesiz ve mutludur. Tuğcu hikayesi talihsizlikten talih, yokluktan kuvvet, kötülükten iyilik doğacağını müjdeler. Orhan Kemal hikayesi “bunca yoksulluğa rağmen insanlar nasıl olabiliyor da iyi kalabiliyorlar” diye sorar.
Gürbilek’e göre kendini kutuplaşmanın dramının yazarı olarak gören Peyami Safa, dünyaya hep zıtlıklar üzerinden bakmıştır. Doğu-Batı çatışması Safa’ya göre Türk ruhunun en büyük işkencesiydi. “Fatih-Harbiye” romanı da bu zıtlıkların en güzel sergilendiği romanlarındandır Safa’nın. Darülelhan’ın alaturka bölümünde ud öğrenimi gören Neriman, biri kemençe diğeri keman çalan iki erkek arasında bocalayacaktır. Mahalleyi, aileyi ve geleneği temsil eden Şinasi (Fatih) ile Müphem zevkleri temsil eden Macit (Pera) arasında bir seçim yapacaktır. Neriman’ın seçimi Şinasi’den yana olur. Safa, “Kız keman çalanı arzular ama tercihini kemençeden yana yapar. Müphem arzuları değil alıştığı hayatı, kadınsı züppeyi değil, yerli oğlanı seçer.” diyerek kendi ideolojisinin ürünü olan kişisel düşüncesini romanında söylemiştir. Ülkedeki politik kutuplaşmayı bu romandaki tezatlık üzerinden yorumlayan Gürbilek’e göre kültürel kutuplaşmayı Safa üzerinden tartışmanın ufuk açıcı bir yanı var. Madde Batı'dan, mana bizden anlayışının sekteye uğradığı yere de dikkat çekiyor Gürbilek. Gezi Direnişi kutuplaşmayı Fatih-Harbiye arasındaki yarılma hattının ötesine taşımıştır. İkili karşıtlıklar üzerine kurulan iktidar aksının yerini çoğul bir dayanışma ağı almıştır. Gezi, Cumhuriyet’in yüzyıllık madde-mana formülündeki hesabı bozmuştur. Romandaki kutuplaşmayı dayanışma ve kolektivizmin başat olduğu bir yönelime taşımıştır.
Son olarak da J.M. Coetzee’nin Dostoyevski’nin hayatını anlattığı “Petersburg’lu Usta” romanı aracılığı ile de utanç meselesenin ardına düşüyor Gürbilek. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” diyen Adorno’nun sözünden yola çıkarak zulme uğrayan, soykırıma maruz kalan insanların sessizliğine değiniyor. Ve de yazarın sessizlerin sesi olması paradoksu üzerinde duruyor.
Nurdan Gürbilek, “Sessizin Payı” kitabında ufkumuzu geliştiren edebiyat yapıtlarına belirli kavramlar çerçevesinde bakarak sade bir anlatımla özendirici, açımlayıcı ve düşündürücü bir izlek koyuyor önümüze. Tabii ki bu izlek sadece romanların dünyası ile sınırlı kalmayıp insanın özünü gerçekleştirmeye yönelik ipuçlarını da barındırıyor.
KÜNYE: Sessizin Payı, Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 2021, 145 sayfa.