Eğitim Sen 12. Olağan Genel Kurulu’nun eleştirel bir değerlendirmesi

Eğitim Sen 12. Olağan Genel Kurulu’nun eleştirel bir değerlendirmesi

Eğitim Sen, yüz yıllık eğitim emekçileri hareketinin hiçbir döneminde olmadığı kadar sistemik bir krizin içindedir ve daha da kötüsü, sendikanın ana omurgasını oluşturan sendikal dinamikler, ne bu krizin farkındadır, ne de bu krize yönelik bir çözüm önerileri vardır.

Sınıfta İnat Türkiye Yürütmesi

Eğitim Sen 12. Olağan Genel Kurulu, 22-23-24 Aralık 2023 tarihlerinde, Ankara’da “Birlikte Güçlüyüz, Birlikte Kazanacağız!” şiarıyla gerçekleştirildi. Kongrede tartışılan konular arasında, sınıf ve kitle sendikacılığı, yaşanan üye kayıpları, sendikanın yeniden kuruluş ilkelerine dönmesi, “mutabakat” kültürünün yeniden tesisi, kamusal, laik, bilimsel ve anadilinde eğitim, ekonomik ve demokratik hak mücadelesi öne çıkarken; silikleşen sendikal etki, daralan ve yapılamayan kitlesel eylemlilikler, ihraçlar konusundaki sessizlik, üyelerin sendikaya yabancılaşması, şube kongrelerindeki yönetici ve delege bulamama sorunu ve en önemlisi de önümüzdeki üç yıllık süreçte bu sorunları nasıl çözüleceğine dair bir mücadele programı hemen hemen hiç konuşulmadı.

Eğitim Sen, yüz yıllık eğitim emekçileri hareketinin hiçbir döneminde olmadığı kadar sistemik bir krizin içindedir ve daha da kötüsü, sendikanın ana omurgasını oluşturan sendikal dinamikler, ne bu krizin farkındadır ne de bu krize yönelik bir çözüm önerileri vardır. “SINIFTA İNAT”ın kuruluş metninde yer alan ”Gruplar üzerinden yürütülen delege aritmetiğine dayalı, yönetim oluşturma modelinin, sendikada kitleden kopuk kadrolara dayalı bir sendikal yapılanmaya yol açtığı ve sendikal mücadeleyi zaafa uğrattığı; sendikanın eğitim ve bilim emekçilerinden kopuk, işyeri ile bağları zayıflamış ve giderek sınıf sendikacılığından uzaklaşmakta olduğu” eleştirilerini doğrular niteliktedir.

Genel kurul sırasında gerek sendikal dinamiklerin delegasyona sundukları broşürler, gerekse de yapılan kürsü konuşmalarının içeriğine bakıldığında, bu iddiamızın ne denli haklı ve doğru olduğu görülecektir.

Dar grupçu temsiliyete dayalı, diğer anlayışları yok sayan, herhangi bir sendikal anlayışa aidiyeti olmayan bir üyenin yönetim organlarına aday olmasını ve seçilmesini teknik olarak mümkünmüş gibi görünse de fiilen imkânsız hale getiren, hatta bırakın yönetime gelmeyi sendikaya ilişkin görüşlerini ifade edebilmeyi zorlaştıran bu işleyiş zaman içerisinde, örgüt içinde buyurgan, dayatmacı ve ayrıştırıcı bir dil ve kültür oluşmasına yol açmıştır. Her şube ya da merkezi kongre döneminde kendini yeniden üreten bu dil ve kültür, bu kongrede de kendini göstermiştir.

Eğitim Sen delegasyonu, 12. Olağan Genel Kurul'da, adeta mezarlıktan geçerken ıslık çalmayı yeğlemiş, sorunların üzerine gitmek yerine, görmezden gelmeyi tercih etmiştir. Kuşkusuz bu tercihin geçerli nedenleri ortaya konulabilir; bu dönemde tartışmaların önü bilinçli bir şekilde kesilmiş olabilir ancak, sorunlar ortaya konulup tartışılmaz, halının altına süpürülürse, en büyük kötülüğün Eğitim Sen’e yapılmış olacağı unutulmamalıdır.

Biz, bu yolu seçmeyip, hem çeşitli iş kollarında şube yürütme kuruluna girerek elimizi taşın altına koymuş, KESK’in büyümesini ilke edinmiş bir anlayış olmamız nedeniyle, sorunlara ve çözüm önerilerine objektif bakabilecek hem de tespit ettiğimiz sorunları ve çözüm önerilerimizi ortaya koyarak katkı sunmaya çalışacağız.

Eğitim Sen’in yaşadığı krizin birçok nedeni olmakla birlikte, dışsal ve içsel olmak üzere iki ana başlıkta toparlamak mümkün.

Dışsal Etkiler:

  • Neoliberal kapitalizmin etkileri
  • Siyasal iktidarın örgütlü alana müdahalesi

İçsel Etkiler:

  • Sendikal bürokratizm ve iç demokrasi
  • Programsızlık ve yenilenememe

Neoliberal kapitalizm ve siyasal iktidarın örgütlü alana müdahalesi

Neoliberal küresel kapitalizm 1970’lerin sonlarından itibaren azalan karlılığı yükseltmek ve el koyduğu artı değeri arttırmak için sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak üzere büyük bir sınıfsal saldırı ve sınıf projesine dayanmaktadır. Bu sınıfsal proje, emekçilerin ekonomik, siyasi, ideolojik tüm kazanımlarını ve sendikalardan parti­lere kadar tüm örgütsel kapasitesini darmadağın etmeye yöneliktir. Kamusal hizmetlerin ve yatırımların özelleştirilmesi, metalaştırılması; kentsel alanın ve doğanın talanı ve sermayenin sınırsız kar arayışının hizmetine sunulması; emekçilerin güvencesizleştirilmesi, örgütsüzleştirilmesi, mülksüzleştirilmesi ile ele ele gitmektedir. Neoliberal kapitalizm dünyanın her yerinde siyasal alanı emekçilere ve ezilen gruplara kapatan farklı tipte otoriter devlet yapıları altında işlemektedir.

Sermaye sınıfı ile siyasal ve bürokratik temsilcilerinden oluşan ikti­dar blokları ucuz emek ve ideolojik hâkimiyet sağlama süreçlerinde patriyarkal, ırkçı, göçmen karşıtı iktidar mekanizmalarından, politika ve ideolojilerden sonuna kadar faydalanmakta ve patriyarkal ve ırk­çı-milliyetçi iktidar yapılarını güçlendirmektedir. Neoliberal kapitalizmin 2008 sonrası krizi tüm bu eğilimleri daha da derinleştirmekte ve dünya üzerindeki kapitalist bloklaşmalar emperyalizmin askeri-politik çelişkilerini yoksul ülkelerin topraklarındaki vekâlet savaşları üzerinden yönetmektedir. Neoliberal kapitalizmin toplumsal ve ekolojik yıkımı artık ya sos­yalizm ya barbarlık sınırına dayanmıştır. Felaketlerle beslenen ka­pitalizm kendini ancak yeni krizler, felaketler ve yıkımlarla yeniden üretebilmektedir.

Neoliberal kapitalizm Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve 24 Ocak kararları ile başlattığı sınıfsal saldırı ve projesini 40 seneyi aş­kın bir süredir çeşitli otoriter yapılar altında sürdürmektedir. 1980’ler ve 90’larda emek mücadelesinin fren yaptırdığı özelleştirmeler vb. neoliberal politikalar 2002’de AKP iktidarıyla beraber hız kazanmış­tır. 2001 ekonomik krizi sonrası iktidara gelen AKP küçük köylülüğün ve tarımın tasfiyesi, emek rejimini esnekleştirme, güvencesizleştir­me, iş güvenliğini darmadağın etme, sendikasızlaştırma ve hükümet güdümünde sendikalar kurma, ücretleri baskılama gibi emek karşıtı politikaları hızla hayata geçirdi. Neoliberalizm altında esnek üretim çerçevesinde ve emek maliyetlerini düşürmek için işyerleri bölündü, küçüldü. Bu dönüşüm işyerlerinde sendikal örgütlenmeyi de zorlaş­tırdı. Büyük işyerlerine uygun mevcut sendikal örgütlenmelerin de böylece altı oyuldu.

Buna karşın sadaka niteliğinde sosyal yardımlara, borçlandırma ile finansal içermeye dayalı politikalarla emekçilerden rıza da devşirebil­di. Küresel sıcak para girişine, ucuz emeğe, özelleştirmelere ve kamu ihalelerine dayalı ekonomik büyüme ile sermayenin farklı kesimlerine de aynı anda hizmet etti.  Ancak özellikle 2013 sonrası Türkiye ve AKP iktidarı sermaye bi­rikim krizi ve hegemonya krizi içindedir. Türkiye finansal ucuz para girişine bağlı balon büyüme dünya ekonomisindeki krizle de paralel duvara toslamıştır. 2013 sonrası kapitalizmin yapısal krizine karşı AKP iktidarı şu politikalara sarılmıştır: ekonomide muazzam bir sermaye lehine ve emek aleyhine bölüşüm hamlesi, yerüstü ve yeraltı kaynak­ların talanı, Kürt sorununun yeniden militarizasyonu ve 15 Temmuz sonrası olağanüstü hal yönetimi altında faşizan unsurları güçlü bir otoriter Saray rejimi inşası, dış politikada milliyetçi-milita­rist alt-emperyalist arayışların güçlenmesi, ideolojik alanda dinci-mil­liyetçilikle kadın ve LGBTİ karşıtlığı.

Sendikal bürokratizm, iç demokrasi, programsızlık ve yenilenememe;

Sendikanın iyice belirli grupların temsiliyetine dayalı, sendikanın siyasal öznelerin koalisyonu olarak yönetilmesi, bu yapıların siyaset alanındaki yaklaşımlarının ve çizgilerinin doğrudan sendikanın karar alma süreçleri, eylem ve mücadele başlıkları üzerindeki belirleyiciliği yine sendikanın iç işleyişindeki anti-demokratik bir tutumun egemen olmasına yol açmaktadır. Dışlayıcı ve yok sayıcı yönetim anlayışı, alan siyaset ilişkisi, sendikanın özerk, bağımsız hareket edebilme yeteneğinde yoksunluğa yol açmaktadır. Bu sorunlar beraberinde bürokratizm, merkeziyetçilik, kariyerizm ve sendikanın eylem pratiğinde dış öznelere bağımlı olmasını beraberinde getirmektedir.

Sendikanın inşa sürecinde etkili olan siyasal grupların bugün sendika içinde ön açıcı değil ön tıkayıcı bir varlığı söz konusudur. Sendika artık iyice belirli sendikal gruplara ait kadroların faaliyet alanına indirgenmiş durumdadır.

Eğitim Sen geleneğindeki kitlesel ve gücünü sı­nıftan alan mücadele anlayışından artık gerçek anlamıyla söz etmek mümkün değildir. Kamu hizmetlerinde yaşanan ve her geçen gün boyutu ve etkisi artan özelleştirmeler, sarı sendikaların aday-sözleşmeli öğretmenler/ memurlar üzerindeki tehdide varan dayatmaları, yine bu sendi­kal anlayışın örgütlü, direngen emek mücadelesini geriye çekişi, siyasal İslamcı tek adam rejiminin toplumun örgütlü kesimlerine yönelik baskıcı politikaları ise tam da kitlesel ve gücünü sınıftan alan bir sendikal mücadeleyi elzem kılmaktadır.

Sendikanın; sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşmış olması, üyeyle işyeri temsilciliğinin, işyeri temsilciliği ile şubenin, şubeyle merkezin bağının olmadığı, kapsamlı bir örgütlenme ve mücadele programının olmaması, sendikanın eylem ve etkinliklerine de yansımaktadır. Bir mücadele programının olmaması, KESK ve Eğitim Sen’in iddiası olan tüm kamu emekçilerini temsilcisi olma iddiasından da ne kadar uzaklaştığının göstermektedir.

Bu Sorunlara dair önerilerimiz

1-Neolibaralizmin esnek birikim rejiminin dayattığı, esnek çalışma, güvencesiz çalışma, örgütsüz çalışma ve kuralsız çalışma ilişkilerine karşı; güvenceli, tam zamanlı ve örgütlü çalışma ilişkilerini öneren, bunların hayata geçmesi için mücadele eden bir perspektif ortaya konulmalıdır.

2-Neolibaral kapitalist sistemin, çalışanları bölen uygulamalara karşı, yerellerde hızlı karar alabilen, işyerindeki bütün emekçileri hatta hizmet alanları da örgütleyebilen birleşik filli mücadele hattı örmelidir.

3-Sendikamız cinsiyet, dil, etnisite, din vb. temelli her türlü ayrımcılığın karşısında; laik, bilimsel ve anadilde kamusal hizmetlerin bir hak olduğundan hareketle demokrasi mücadelesinin her zaman öznesidir. Bununla birlikte, bu mücadele alanları kamu emekçilerinin ihtiyaç duyduğu kitlesel ve sınıfsal emek mücadelesinin yerine koyulmamalıdır. Konfederasyonumuz KESK’in tarihsel olarak oluşumundaki temel belirleyen emek-sermaye çelişkisidir, bu çelişkinin talileştirmemesi gerekir.

4-Eğitim Sen’in karar alma süreçlerine üyelerin de rahatlıkla katılımını özendirecek tedbirler alınmalıdır. Sendika şubelerinde delegelerin değil bütün üyelerin seçimlerde oy kullanabildiği doğrudan seçim ve sendika yürütme kurullarında tüm grup ve bireylerin temsiliyet hakkı kazanabileceği nispi seçim sistemine geçilmelidir. Bugünkü şubelerde delegelik ve çoğunluk sistemine dayalı seçim sistemi sendikayı içten çürüten, üyelerin birbirine ve sendikaya yabancılaşmasına neden olan anti-demokratik bir seçim sistemidir. Demokrasiyi hayatın her alanında savunan bir örgütün, kendi organ seçimlerinde anti-demokratik seçim yöntemlerini uygulaması düşündürücüdür.

5-Grup hukukunun örgüt hukukunun üstüne çıkarılmadığı, üyelerin özne olduğu, üye mutabakatına dayalı işleyişi esas alan bir yaklaşımın egemen olduğu sendikal bir anlayış benimsenmelidir. Gruplar arasında rekabetin yerine mücadele temelli ittifakın ön plana çıktığı bir yaklaşım geliştirilmelidir.

6-Organlarda en fazla iki dönem görev yapma kuralı sendikal bürokrasiyi engelleyici işlev görmektedir. Ancak bürokratikleşmeyi önleyecek bir başka kural da geri çağırma ilkesinin tüzüğe girmesi ve uygulanmasıdır. Bu ilke demokratik-merkeziyetçiliğin tam olarak işletilmesi için gereklidir.

7-Sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşmış, birleşik, fiili-meşru mücadele hattının terk edilmiş olması, sendikalarımızı giderek daha bürokratik, daha tutucu yapılar haline getiriyor. KESK’in ve Eğitim-Sen’in böyle gitmeyeceği, gidemeyeceği, gitmeye karar verirse kendi üzerine çökeceği artık aşikârdır.

Umut ise, birleşik, fiili meşru mücadele hattının yeniden yeşertilmesindedir.

DAHA FAZLA