'Çin usulü' barış, Ortadoğu'da ne değiştirecek?
Levent, ABD'nin bölgedeki 'güvenlik' konsepti için en ciddi tehlikenin Pekin'in güçlenen 'ticaret' ağı olduğu görüşünde.
Deniz Yaşayan
Çin arabulucuğunda başkent Pekin'de gerçekleştirilen müzakerelerde Ortadoğu'nun iki tarihsel rakibi İran ve Suudi Arabistan arasında üç maddelik bir anlaşma sağlandı.
Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkez Komitesi'nin dış işlerinden sorumlu tecrübeli ismi Wang Yi'nin buluşturduğu İran Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şemhani ve Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaid el Aiban tarafından imzalanan bu anlaşmada, her iki ülkenin birbirlerinin içişlerine karışmaması, kapanan diplomatik temsilciliklerin açılması ve 20 sene önce imzalanan fakat daha sonra dondurulan güvenlik ve ticaret iş birliklerinin devamı öngörüldü.
Peki ABD öncülüğündeki saldırgan Batı blokunun daima sadık bir temsilcisi olmuş Suudi Arabistan'ın, üstelik de bölgedeki "baş düşmanı" denilebilecek İran'la bir barış için gizlice sürdürdüğü bu girişimin asıl sebebi ne? Çin nasıl oldu da bu iki uzlaşmaz kutup arasında bir arabulucu olabildi? Bu barışla birlikte, İsrail'in Suudi Arabistan'la "normalleşme" üzerinden İran'ı daha fazla izole etme ve Filistin'i kuşatma planları bozuldu mu? Bir bütün olarak bu süreç, değişen küresel düzenin bir işaretçisi mi?
Tüm bu soruları Ortadoğu analisti ve gazeteci Hediye Levent'e sorduk.
'KÖRFEZ, ABD'NİN MÜŞTERİSİ'
Suudi Arabistan'ın Çin'le iş birliğinin pragmatik olduğunun altını çizerek gelişmeleri değerlendiren Levent, "Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ABD'den vazgeçmedi, vazgeçemez. ABD hâlihazırda bir süper güç. Bölgede askeri üsleri, anlaşmaları var. Bölge ülkeleri ABD silah endüstrisinin en büyük müşterisi ve bütün ordu sistemleri de buna entegre. Burada, Suudi Arabistan'ın 'sadece ABD var' biçimindeki düşünsel alışkanlığından vazgeçmesinden bahsedilebilir sadece. Bu tüm bölge ülkeleri için geçerli. Örneğin Washington'un telkinlerine karşın OPEC'in petrol arzını artırmamakta direnmesinin altında da Moskova'nın safını tutma değil, kendi çıkarlarını önceleme arzusu vardı" dedi.
Levent, anlaşma maddelerinin pratikte nasıl karşılık bulacağına ilişkin olarak, "Bu içişlerine karışmama maddesi daha çok Suudi Arabistan'ın işine yaracak bir madde. Çünkü Suudi Arabistan başından beri İran'ın ülkesindeki Şiileri provoke ettiği iddiasında. 20 sene önce imzalanan güvenlik ve ticaret anlaşmalarının yeniden uygulanması ise İran'ın işine yarayacak, çok izole durumdalar çünkü. Öte yandan iki ülkenin birbirlerine karşı devam eden vekalet savaşlarını da zorlaştıracak bir madde bu" öngörüsünde bulundu ve ekledi:
"Yemen'de devam eden vekalet savaşının taraflarından biri İran, biri de Suudi Arabistan. Şimdi, İran'ın desteklediği Husi tarafını Suudi Arabistan'ın desteklediği yönetime katma planı var örneğin. Bununla birlikte İran ve Suudi Arabistan'ın ne kadar geri adım atacağını, atsalar bile destekledikleri çeşitli grupların buna ne kadar katılacağını, bu girişimlere karşı olası sabotajları da bir görmek lazım. Kısacası biraz beklemek lazım."
'TİCARET, SAVAŞ BİTİRİR'
Çin'in arabuluculuk gücünün her iki ülkenin de en önemli ticari ortağı olmasından ileri geldiğine dikkat çeken Levent, "Ticaret savaş başlatır, savaş bitirir. ABD bugüne kadar hep güvenlik konsepti üzerinden Ortadoğu'da varlık gösterirken Çin kazan-kazan imkanı sunan bir ticaret konsepti oluşturmaya çalışıyor. Zaten ABD'nin güvenlik konseptini de en çok rahatsız eden bu ticaret konsepti" görüşünü dile getirdi ve şu şekilde devam etti:
"Çin'in atacağı adımların kapsamı ve ne kadar grift olacağı, bölge ülkelerinin gereksinimlerine göre değişecektir. Bölgenin ekonomik girdilere ihtiyacı var. Mısır'da ciddi bir enflasyon var, Irak ve İran'daki durum hiç iyi değil… Dolayısıyla başta Kuşak ve Yol projesi üzerinden olmak üzere Çin'in doğrudan yatırımlarına ihtiyaç var. Bu, bölge ülkelerinin kendi aralarındaki krizlerini minimize etmelerini de sağlayabilir ve sadece Çin'e özel bazı mekanizmalar geliştirmelerine neden olabilir."
Bu adımla birlikte Çin'in Washington'u gerisinde bıraktığı ve bir "süper güç" olarak öne çıktığı biçimindeki analizlere ise Levent, "Çin'in önünde çok mesafe var daha. ABD'nin bölgedeki geçmişi çok uzun. Çin her açıdan uzak bir ülke. Bir de hâlâ çok çiğ oldukları noktalar var. Örneğin Çinli gazetecilerle konuşurken Ortadoğu'daki duruma pek vakıf olmadıklarını, dil bilmediklerini fark edersiniz. Mesela Rusya'nın bu anlamda çok önemli bir artısı vardır. Akademisyenleri, istihbaratçıları, Ortadoğu uzmanı gazetecileri… Dil de bilirler. Çin önce kendi kadrolarını eğitmeli ki bu da belirli bir zaman alacaktır" şerhini düştü.
'RİYAD, İSRAİL'İ KORKUTTU'
Yargı darbesine karşı birkaç haftadır devam eden protestoların hedefindeki aşırı sağcı İsrail hükümetinin Suudi Arabistan'la ilişkileri düzelterek İran ve Filistin'e karşı güç kazanma planlarının bu süreçten kötü etkilendiğini aktaran Levent, "Tabii ki İsrail, Çin'le karşı karşıya gelemez, bir defa bu ülkeler birbirine denk değiller. İsrail şu an Çin'den değil de Suudi Arabistan'dan ötürü bir panik içerisinde bence. Çünkü Suudi Arabistan, Filistin devletinin tanınmasını şart koşarak İsrail'le normalleşme sürecine tam olarak katılmamıştı ve şimdi İran'la bir anlaşma, İsrail için çok ciddi bir mevzinin düşmesi anlamına geldi. Kaldı ki İran'ın Mısır ve Bahreyn gibi bölge açısından önemli ülkelerle de iş birliğini artırma düşüncesi var" ifadelerini kullandı.
Buna rağmen, İsrail'in Ortadoğu'da tek başına kalmadığını ve İran-Suudi Arabistan anlaşmasının nihai bir son anlamına gelmediğini belirten Levent, "Nitekim Çin arabulucuğundaki bu uzlaşma, İran ve Suudi Arabistan mücadelesinin tamamen bittiği anlamına gelmiyor" şeklinde konuştu ve mezhepsel gerilimler üzerinden İslam ülkelerini kontrol etme çabasındaki bu iki ülke arasındaki çelişkilerin alt tonlarda süreceğini vurguladı.
Moskova ve Pekin'in öncülüğünü üstlendiği askeri, politik ve ekonomik ittifakların cazibesinin gittikçe artması, ikili ticarette dolar tahakkümünün her geçen gün kırılması ve -özellikle 1991'den beri- Ortadoğu'da dilediğince at koşturan ABD'nin değişen konjonktür karşısındaki acizliği, gelecek adına "biraz" umut verse de; tüm bu rota değişikliklerinin odağında ilkelerin değil, iktisadi çıkarların olduğunu unutmamak gerek.
"Gerçek" umut bu karmaşık jeopolitik denklemlerde değil nitekim.