Boğazımızdaki yumru: ‘Hayata Dönüş’ Operasyonu

Boğazımızdaki yumru: ‘Hayata Dönüş’ Operasyonu

Aysel Sağır bugün bile onlarca insanın hayatını karartan bir gerçeği, kapatılmayan bir hesabı getirmiş önümüze bırakmış, yetmemiş en zifiri karanlıkta umudu, direnci işaret etmiş, toplumsal hafızamızı tazelemiş. Hiç unutmayalım diye belli ki.

2000 yılı sonbaharında hapishanelerde koğuş sisteminin yerine getirilmek istenen F-tipi cezaevi uygulamasına karşı çıkan siyasi mahkumlar, 19 talep hazırlayarak süresiz açlık grevine başladılar. 20 Ekim’de başlayan açlık grevi, 45. günde ölüm orucuna dönüştürüldü ve bunun üzerine 19 Aralık 2000’de Türkiye’nin 20 cezaevinde aynı anda “Hayata Dönüş Operasyonu” adıyla bir süreç başladı.

19-22 Aralık tarihleri arasında devam eden bu vahşetin hayata dönüş olarak anılması ironisi dönemin siyasi liderlerinin ağızlarından çıkan her beyanla günden güne daha da derinleşti.

Çünkü çok yetkili kurumlar açıklamıştı: “Amacımız devlet otoritesini yeniden tesis etmek”

Yetkili kişiler konuşuyordu:

“Tünel kazıyorlar, firar edecekler.”

Ve yine aynı yetkili kurumlar açıklıyordu:

“Hayata dönüş operasyonunda hiçbir zayiat yaşanmadı.

Aydınlar, sanatçılar, mahkum aileleri, sivil toplum dernekleri mahkumların açlık grevini bırakması için çeşitli komisyonlar kurmaya çalışırken; açlık grevleri ilk başladığında iyi kötü haber yapan gazeteciler, grevlerin ‘’kırmızı çizgiye’’ yaklaşmasıyla tam tersi propagandaya başlamış, sessiz bir koroya peş peşe dahil olmuşlardı… Ya da dahil olmak zorunda bırakılmışlardı.

Sokaklarda açlık grevindeki mahkumlar için eylem yapan mahkum aileleri her gün şiddetle, güçle, zorla engellenirken keyfi gözaltılar, baskınlar da peşi sıra geliyor dışarıda olanlar için daha büyük bir hapishane inşa ediliyordu.

22 Aralık sonrasında büyük bir zafer olarak lanse edilen “Hayata Dönüş” Operasyonu’nda; onlarca mahkum hayatını kaybederken, sağ kalanların büyük çoğunluğu sakat kalmış ve mahkumların hemen hepsi ağır bir psikolojik travmaya uğramıştı…

Operasyon öncesi hapishanelerdeki sistematik işkence; darp, zorla besin takviyesi, hücre cezaları…

Operasyonun yapıldığı sabah 04:30’da bombalarla çatıları uçurarak cezaevine girilmesi, mahkumların çatılardan silahlarla taranması, kullanılan tanklar,  hamam denilen yere kaçmak zorunda kalan mahkumlar… Can pazarı. Dahası başlarından aşağı akan ismini dahi bilmedikleri kimyasal bir sıvı yüzünden mahkumlarının; yüzleri, saçları, elleri erirken yaşanan büyük travma…

Yıllar sonra katliamda ağır yaralan Hacer Arıkan verdiği bir röportajda bahsi geçen kimyasal maddeyle ilgili şöyle diyecekti:

‘’Ben, beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Benim ve arkadaşlarımın kıyafetleri yanmadı. Ateş yoktu ama yanıyorduk. Sadece derimiz yandı, sonra damla damla aktı, uzadı, döküldü. Bir yıl içinde sekiz ameliyat geçirdim, ondan öncekilerin sayısını bilmiyorum. Bir bacağımdan alınan derilerle kafatasım, diğerinden alınanlarla yüzüm yapıldı. Bir yıl öncesine kadar burnum yoktu. Omzumdan alınan parçalarla da burun yaptılar.”

Bunların hiçbiri kötü bir filmin kurgusal konusu değildi –keşke öyle olsaydı- ancak o dönem yaşanan bu denli travmatik bir vahşet büyük ölçüde  ‘’örtülü’’ kalmıştı. Kuşkusuz bunda etliye sütlüye karışmayan basının da büyük emeği vardı. Etliye sütlüye karışanlar ise o yıllarda sistematik yok etmenin hedef tahtasına oturtuluyor; yazanlar öldürülüyor, konuşanlar susturuluyor, muhalif gazeteler bombalanıyordu.

Gazeteci Burcu Karakaş’ın Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın-90’larda Gazetecilik kitabında ise gazeteci Tuğrul Eryılmaz o dönemin haber yapamayan gazetecilerini anlatırken şöyle diyecekti:

‘’1990’ların manşetlerini gör, aklını kaçırırsın... Kürt diyemiyorsun. Bu nedir ya? Biz de korkak davrandık. Kürtler hep yalnız bırakıldı. Bilmiyorduk. Öğrendik, korktuk. Korkumuzu yeninceye kadar zaman geçti.’’

1990’lar boyunca susan gazetecilik 2000 yılının aralık ayında yaşanan bu vahşetle ilgili de kendi üstüne düşeni” başarı”yla yapmıştı.

***

Bugün bahsedeceğimiz Kırgın Çocuklar Mevsimi isimli roman yazar Aysel Sağır tarafından kaleme alındı ve Mart 2018’de İthaki Yayınları’ndan çıktı.

Bir dönem romanı olarak tarif edebileceğimiz kitap Türkiye’nin en sert dönemlerinden birine, “Hayata Dönüş” Operasyonu’na ve sonrasında yaşananlara -gerçek olaylardan esinlenilerek- ayna tutuyor.

Kırgın Çocuklar Mevsimi, yazar Aysel Sağır’ın yazdığı ilk kitap değil ancak kendisinin ilk romanı. Serbest gazeteci olarak yaşamını sürdüren yazarımız birçok gazetede muhabir ve editör olarak çalışmış, birçok kitap eleştiri yazısı kaleme almış okuduklarıyla, yazdıklarıyla edebiyat dünyasında görmüş geçirmiş olduğunu hemen fark edeceğimiz başarılı bir kadın, başarılı bir kalem… Güçlü bir tasvir yeteneğinin olduğunu da ayrıca ekleyelim.

Kırgın Çocuklar Mevsimi’ni tek cümle ile tanımlamak zorunda olsaydım: “Bu kitap acının romanı” derdim. Durmayan, akan, kanatan, isyan ettiren çok güçlü bir acı. Aysel Sağır, kan donduran soğuk gerçekliği yüzümüze çarparken, acıyı da en derinimizde hissetmemizi sağlıyor. Acıyı hissedebiliyor olmanın ne erdemli bir insanlık vasfı olduğunu ve her insanda bulunmadığını da sayfalar ilerledikçe iyice anlıyor okur.

Devrimci Ali’nin konfeksiyon işçisiyken önce hapishane sonra işkenceyle tanışması, annesi Hasibe’nin oğlunu koruma ve kurtarma karşısındaki azmi ve bu iki karakterin “Hayata Dönüş” Operasyonu sonrası gazeteci Suna ile yollarının kesişmesini konu alan roman; katıksız acının ve hiç tükenmeyen bir direniş azminin romanı.

Baştan sona zaman-mekan-karakter diziliminin hiçbir eksiğe mahal vermeden detaylı işlenişi kitabın elinden bırakılamıyor olmasını da beraberinde getirecek. Yazarının ilk romanı olmasına inanmakta güçlük çektiğim bu roman; olağanüstü bir derinlik ve içtenlikle yazılmış. Yazarın, karakterlerin iç dünyalarını tasvir etmedeki başarısı mutlaka teslim edilmeli. Her karakterin kendine özgü yapısı, tepkileri, sitemleri, gelgitleri ince ince işlenmiş. Her karakter öylesine tanıdık hale gelmiş ki, okur Ali’yi, Suna’yı, Hasibe’yi yıllardır tanıyor gibi hissedecek.

Suna’nın hayata dönüş operasyonunu yaşayan mahkumlara ulaşma çabaları, okuru duvarları siyasi sloganlarla bezeli emekçi mahallelerine götürecek. Okurun kafasında Gazi Mahallesi’nden, Okmeydanı’na, oradan Armutlu’ya onlarca imge belirecek… Muhtemelen bugün unutulmaya yüz tutmuş bazı toplumsal değerleri; örneğin komşuluğu, dostluğu, dayanışmayı da sık sık düşündürecek.

Aysel Sağır bugün bile onlarca insanın hayatını karartan bir gerçeği, kapatılmayan bir hesabı getirmiş önümüze bırakmış, yetmemiş en zifiri karanlıkta umudu, direnci işaret etmiş, toplumsal hafızamızı tazelemiş. Hiç unutmayalım diye belli ki.

Kitabın içimizi ezen, düşmanı yıkıp geçen, yüreğimize su serpen onlarca anı var ancak şu, iki anıyı paylaşmadan geçmeyelim…

Bunlardan biri sesi en gür çıkan mahkumun –Ali’nin-  daha büyük şiddetle dövüldüğü anlarda, işkence sonrası yürüyemeyen yoldaşını sırtında tuvalete götüren güzel yoldaşlık bağıdır. Bedeniyle yoldaşının bedenine siper olanlar devleşirken, düşman un ufak oluyor o an.

İkincisi yine Ali’nin işkence gördüğü anlardan birinde ilkokul sıralarını hatırlaması ve alınan ders yoklaması için işkencede ‘’buradayım’’ diye bağırmasıdır.

Burada olmak var olduğunu-korkup kaçmadığını kanıtlamanın en güzel yolu diye düşünüyor Ali, buradayım, diye bağırırken…

Okurun gözünde iki damla yaş olsa da kitabı bitirdiğinde içinden şöyle geçecek:

‘’BURADAYIM, BURADAYIM, BURADAYIM!’’


KÜNYE: Kırgın Çocuklar Mevsimi, Aysel Sağır İthaki Yayınları, Mart 2018, 216 sayfa

DAHA FAZLA