AKP’nin kültürel iktidar mücadelesi

AKP’nin kültürel iktidar mücadelesi

Öncelikle belirtmek gerekir ki, AKP’li kalemler tarafından yüzlerce yazının konusu edilmiş olan kültürel iktidar kavramı, bir söylem inşası çabasının başlığıdır.

Emre Tansu Keten

Aydın Ünal, Yeni Şafak’taki köşesinde Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmini izleme deneyimini şöyle paylaşıyordu: “Arada bir salonda volta atarak, arada salondan çıkıp hava alarak 3 saat 8 dakikalık ıstıraba katlanabildik”. Filmi, Recep İvedik serisinin “entelleştirilmiş” bir versiyonu olarak gördüğünü söyledikten sonra, “Müritlerin, biraz da verdikleri sinema bileti ücretinin ve zaman israfının pişmanlığını bastırmak için yönetmeni uçurmaları, anlaşılmaza derin manalar yükleme gayretine girmeleri kimseyi aldatmasın” diyordu.1

KÜLTÜREL İKTİDAR SÖYLEMİ

Aslında sadece bu köşe yazısı bile tek başına, AKP cenahının son birkaç senedir dillendirdiği kültürel iktidar mefhumu hakkında çok şey anlatıyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki, AKP’li kalemler tarafından yüzlerce yazının konusu edilmiş olan kültürel iktidar kavramı, bir söylem inşası çabasının başlığıdır. Ünal’ın yazısında da gördüğümüz gibi, bu söyleme göre, kültürel alanın muktediri olan çevre, halktan kopuk, milletin otantik kültürüne yabancı elit bir gruptan ibarettir. Bu nedenle halkla hiçbir zaman buluşamamakta, bu elitlerin ürettiği eserler ise halk için bir zulüm kaynağı olmaktadır.

Bu isimlerin ve bunların eserlerinin sürekli görünür olmasının en önemli sebebi, kurdukları kapalı çevrelerinde birbirlerini sürekli kollamalarıdır. Tersinden bakıldığında da, bu çevreye girebilmenin ya da buradan doğru konuşabilmenin ön şartı, sözgelimi Nuri Bilge Ceylan filmlerinin sıkı bir hayranı olmaktır. Bu söylem, Recep İvedik benzetmesinde de gördüğümüz gibi, sadece ilişkilerle bir yere gelen bu elitlerin eserlerinin niteliksizliğine de vurgu yapmaktadır. Kendi milletinin kültürü karşısında zırcahil olan bu kesimin, içerisinde var olduğu kültür hakkında da yeterli bir bilgisi, birikimi yoktur.

Bunun yanı sıra, bu elitler tamamen Batı kültürüne adapte olmuştur. Kendi milletinden ve onun kültüründen utanan, milletini, Batı’ya şirin gözükmek için, eserlerine bir motif olarak işlemekle yetinen bu elitler için en büyük hayal bir gün yurtdışında, vaat edilmiş topraklarda, yaşayabilmektir. Yani kültürel iktidarı elinde tutan elitler, öncelikle milletten kopuk oldukları için, sonrasında aslında o iktidarı ellerinde tutmalarını sağlayacak birikimden yoksun –yani cahil- oldukları için, son olarak da yerli olmadıkları için bunu hak etmemekte, bir bakıma kültürel bir vesayeti, haksız bir şekilde, sürdürmektedirler.

Oysa bu söylem, ne kültürel hayatı ne de onun gündelik yaşama yansımalarını açıklayabilmektedir. Kültürel iktidar olarak işaret edilen cepheye sınıfsal, siyasal ve kültürel olarak birbirinden çok farklı ismi yerleştiren bu söylem, aslında var olmayan ezeli ve ebedi bir otantik milli kültür mitini de inşa etmeye çalışmaktadır. Yaşar Kemal’le Elif Şafak’ı aynı düzleme yerleştirmek ne kadar beyhude bir çabaysa, Necip Fazıl’la Peyami Safa’yı, Mehmet Akif’le İskender Pala’yı ve bütün bunlarla okçuluğu, atçılığı, minare ayaklı köprüyü aynı (yerli ve milli) kültürel düzlemde buluşturmak absürt bir girişimdir.

Popüler kültür alanı, sabit bir bileşimden oluşmaz. Bu alan, içerisindeki birçok unsurun birbirleriyle olan hegemonya mücadelesi sonucu bir müzakere alanı olarak şekillenir. Bu nedenle bir kesim alanda hakimiyet sağlasa da, hakim, tabi ve muhalif kültürler bu alanda bir arada var olma şansı kazanır. Aynı şekilde, popüler kültür tüketicileri de, metinleri olduğu gibi, yani üreticilerinin amaçladıkları şekilde, tüketmezler. Stuart Hall’un belirttiği gibi, bu süreçte egemen, müzakereci ve muhalif okuma biçimleri devreye girer. Yani, bu alanda oluşan değer, pratik ve anlamlar oldukça karmaşık bir şekilde alımlanır.

Hal buyken, AKP’nin devreye soktuğu kültürel iktidar söyleminin kuruluşu dahi yanlıştır. Kültürel alan iktidar olunabilecek bir alan değil, hegemonya kurulabilecek bir alandır. Kültürel ürünlerin tüketicileri zor aracığıyla değil rıza ile tercihlerini belirler. Bu alanda kurulacak hegemonya, karşıtının bile seni okumak/izlemek zorunda kalacağı, kültürel üretiminde senden etkileneceği düzeyde bir kapsayıcılık getirmektedir (Aydın Ünal’ın NBC filmine gitmek zorunda kalması gibi). Ancak, kültürel alanı, elindeki devlet imkânlarıyla, yani zor gücüyle, şekillendirmeyi amaçlayan AKP’nin, buradaki söylemini kültürel ‘iktidar’ olarak kurması şaşırtıcı değildir.

KÜLTÜR MÜCADELELERİ

2002 seçimleriyle iktidara geldiği günden 2010’a kadar AKP, ‘demokratikleşme ve AB’yle uyum’ politikalarıyla geniş bir kesimi etrafında toplamış, bu dönem AKP’nin kültürel ve entelektüel ihtiyaçlarını büyük ölçüde liberaller karşılamıştır. Ancak 2010’dan sonraki süreç, AKP’nin müttefikleriyle yollarını ayırması ve iktidarını kültürel bir ayrım üzerinden sabitlemeye çalışmasıyla özetlenebilmektedir. Özellikle Gezi İsyanı’nın ardından, kültürel ayrım çizgileri daha kalın çizilmiş ve bir kültürel seferberlik başlatılmıştır.

Bunun en erken örneği, Gezi’den henüz bir ay sonra başlayan Saraçhane Parkı’ndaki Mısır ile dayanışma buluşmalarıdır. Mısır’da gerçekleşen darbeden kendi tabanına birtakım semboller ithal eden AKP, zaman içerisinde, bunlardan bazılarını kalıcı hale getirmiştir (örneğin Rabia işareti). Bunun ardından, Ot, Kafa vb. popüler kültür dergilerine karşı, Cins, Lacivert, İzdiham; Uykusuz, Leman ve Penguen’in karşısına Hacamat, Misvak, #Tarih’in karşısına Derin Tarih gibi dergiler çıkartarak popüler kültürdeki seküler hakimiyeti dengelenmeye çalışmıştır. Bunun yanı sıra reyting sisteminin yeniden düzenlenmesiyle Diriliş Ertuğrul gibi dizilerin öne çıkmasını sağlamış ve benzeri birçok dizi ürettirmiştir.

Tam da bu süreçte, yukarıda ayrıntısıyla anlattığımız kültürel iktidar söylemi yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Gerek, git gide büyüyen, AKP medyasındaki köşe yazılarında, gerekse yeni çıkmaya başlayan dergilerin içeriğinde, içerisine girilen kültürel mücadelenin anahtar kavramı kültürel iktidar olmuştur. Bu kavramın tarihsel arka planını ise, 2000’lerin sonundan itibaren oluşturulmaya başlanan ve liberal tarihyazımının bir temel olarak kullanıldığı, yeni resmi tarih tezi oluşturmuştur.

Cumhuriyet tarihini, ceberrut devlete (yani merkeze) karşı çevrenin bir mücadelesi olarak okuyan, iktidarı zor aracılığıyla ele geçiren Cumhuriyet kadrolarının, halka Batılı değerleri empoze ettiğini ve kültürel bir baskı uyguladığını söyleyen bu tarih anlatısı, kültürel iktidar söylemine de arka plan sağlamıştır. Şu anki kültürel iktidarı oluşturan tam da bu tarihsel gelişmelerdir. Bir bakıma, Türkiye’nin tarihi, yerli ve milli unsurlarla, kökü dışarıda, elit ve vesayetçi unsurlar arasındaki mücadelenin tarihidir ve AKP iktidarı, uzun süreli bir parantezin ardından, yerli ve milli cephenin iktidarı ele alması anlamına gelmektedir. Yani koşullar, yerli ve milli kültürün yeniden canlanması için oldukça uygundur.

Bu kültürel mücadele bizzat Gezi üzerinden de yaşanmıştır. AKP kalemleri tarafından yüz yıllık hakimiyetlerini yitiren elitlerin bir ayaklanması olarak anılan Gezi, inşa edilen bu tarih anlatısının içerisinde değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, eski bir politik çerçevenin ve bileşimin devam ettiricisi olmayan, tam aksine yeni bir bileşimle, yeni bir politik çerçeve belirleme iddiasıyla ortaya çıkan Gezi’nin bu kurucu gücü tam da AKP’yi telaşlandıran, onu kimlik politikasına sarılmak zorunda bırakan olgudur. Gezi, çalıştığı yerden çıkmayan bir kültürel direniştir.

Bu nedenle, Gezi’ye karşı din eksenli yalan ve provokasyonlarla işler kılınan kimlik politikaları işe yararken, kültürel mücadelede başarılı olunamamıştır. Sonuç olarak elde kalan yıllardır tekrarlanan “neden kültürel iktidar olamadık” sorusu; sırf AKP saflarına katıldıkları için yerli ve milli ilan edilen Yavuz Bingöl, Sibel Can, Hande Yener, Şafak Sezer gibi “Asım’ın nesli”ne pek de uygun olmayan isimler; beş yıldır Kültür Bakanlığı tarafından edebiyatçılara dağıtılan teşviklerden tek bir nitelikli eserin çıkmaması; 1970’lerde ortaya çıkan ve sonrasında sönen Milli Sinema Hareketi’nin yeniden kurulmasının ardından tek bir filminin bile adını duyuramaması; mimari alanda ise ancak Zaytung’a konu olabilen ‘eser’lerin ortaya çıkmasıdır.

KÜLTÜREL İKTİDAR BİZ MİYİZ?

Evet, kültürel alanda var olamıyorlar. Ancak, siyasetin kimlikler üzerinden sabitlendiği, AKP’nin ve MHP’nin kültürel kodlara oynayarak, içi boş bir vatan millet söylemiyle başarı elde ettiği ve geleceklerinin bu kültürel saflaşmaya bağlı olduğu böyle bir dönemde, bu kültürel iktidar söyleminin bir karşılığı olduğu da açık. Üstelik sınıf mücadelesinin geri çekilmesi ve kimlik mücadelelerin temel belirleyen haline gelmesi bütün dünyada konuşulan bir olgu. Kimlik mücadeleleriyle yetinen ve emekçi sınıfları örgütleme yeteneğini kaybeden solun, emekçi sınıfları neoliberal, sağ ve popülist isimlere ittiği de.

Bu ortamda kimse “her şeye rağmen kültürel iktidar biziz” diye kendisini rahatlatamaz. Birincisi, yukarıda bahsettiğimiz gibi kültürel iktidarı elinde tuttuğu iddia edilen bu kadar geniş ve homojen bir kesim yok. İkincisi ise iktidarın saldırılarından ve alınan politik yenilgilerden etkilenmeyen, saf bir kültürel bir alan yok. Bunu en iyi Gezi sonrası patlayan popüler kültür dergilerinin içeriğinde görüyoruz. Ot, Kafa, Bavul şeklinde özetlenen bu dergilerin ürettiği içerik, bir yenilgi içeriğidir. Can Kozanoğlu’nun ifade ettiği gibi, “her yola gelirlik” ile bayağı bir ağlaklığın buluştuğu bir yenilgi dilidir bu.2

Ünsal Oskay’ın başka bir bağlamda ifade ettiği gibi3, direnmekten vazgeçmiş ve direnmek için gerekli siyasal kültürden yoksunlaştırılmış kitle toplumu insanının amacı kendi yenik benliğini teşhir etmektir. Yenik düşürülmüş, bir daha direnmesinin olanaksızlığına inandırılmış, gözü yıldırılmış çağdaş insanın, içeriksizleştirilmiş kişiliğinin teşhiri, var olan toplumu değiştirmeye değil, var olan toplumun ezdiği insanları birbirlerine özenmeye sevk eder en çok. Yaşamın getirdiklerine reaktif bir şekilde cevap verme yetisini kaybeden insan, artık bir özne olarak da var olamaz ve onun yazılarında çektiği acılardan çok, bu acıların kabullenilmesinin nezaketi ön plana çıkar. Bu da olsa olsa “ama güzel yenildik” sinizmine götürür bizi. Muzaffer olanlar ise her daim gizli öznede saklıdır.

Özetle, AKP’nin kültürel iktidar söylemi, kültürel alanda bir mücadele verdikleri, ürettikleri içeriklerle kültürel bir ağırlık sağladıkları için değil, kültür alanını devlet aygıtlarıyla şekillendirmeye, başka bir ifadeyle güdükleştirmeye çalıştıkları ve emekçi sınıfların siyasi desteğini sürekli kılmak için sınıf mücadelesini kimlik mücadelesiyle boğmak istedikleri, bu söylemi ise kimlik mücadelesini ezeli-ebedi kılan bir ideolojik araç olarak gördükleri için teşhir edilmeye değerdir. Bize düşen görev, kimliklerin sabitlendiği bir siyasetsizlik durumundan çıkmak için sınıf mücadelesini yükseltmek ve bunun, iktidar karşısında özne olabilen, kültürel karşılığını yaratabilmektir.

(Bu yazı YÖN'ün 16. sayısında yayınlanmıştır.)

-------------------------------

1* Aydın Ünal, “Sıkı bir Filme Dair”, Yeni Şafak, 16.07.2018.

2* Mirgün Cabas, Can Kozanoğlu, Ağlak ve Bıçkın, Can Yayınları, 2018

3* Ünsal Oskay, Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 2000

 

DAHA FAZLA