Yılmaz Erdoğan'ın 'Ekşi Elmalar'ı ve İran yapımı 'Hz. Muhammed'

Tayyip Erdoğan’ın Berkin’in acılı annesini kalabalıklara yuhalattığı dönemde Tayyip Erdoğan’la yeşil sahada top koşturup onun halka ilişkiler imaj çalışmasına piyon olan, hatta bu esnada onunla samimi bir iletişim içinde olduğu pozları sergileyen Yılmaz Erdoğan’ı şahsen sevebilmem mümkün değil. Yılmaz Erdoğan’a ilişkin böylesi duyguları Yılmaz Erdoğan’ın filmlerini izlerken de bütünüyle askıya almak mümkün ve gerekli değil. Bir filmi yüzeysel değil bütünsel değerlendirebilmek için sanatsal düzeyinin ve/veya “eğlencelik” niteliğinin yanısıra ideolojik yönelimini de irdelemek zaten gereklidir ve bir filmin yaratıcısına (ki Yılmaz Erdoğan, yalnızca “yıldız” oyuncu ve hatta  yalnızca yönetmen değil, ayrıca senarist kimliği de taşıyan bir sinemacı) dair ön veriler o filmi anlamlandırmada –belirleyici olarak değil ama makul bir ölçüde- dikkate alınması gereken donelerdir.

Yılmaz Erdoğan’ın dün vizyona giren yeni filmi Ekşi Elmalar’ı değerlendirirken de filmin birbiriyle gerilimli bir ilişki içinde olan iki ekseni bulunduğunu saptamak gerek. Hakkari’de varlıklı bir toprak sahibinin, kızlarının yaşamları ve geleceği üzerinde kurduğu tahakkümün perdeye getirilmesiyle açılan ilk ve ana eksendeki anlatı, ilk bakışta dikkate değer bir muhafazakarlık ve erkek-egemenliği eleştirisi içeriyor. Gençliğin tadını çıkarmaları beklenen yaşlardaki kızlarının çarşıya çıkmalarına bile izin vermeyen Aziz (Yılmaz Erdoğan); onların genç erkeklerle beşeri ilişkilerini alabildiğine sınırlamakta, taliplileri üzerinde mutlak bir veto hakkını uhdesinde barındırmaktadır. Ancak burada uzunca bir parantez açıp kızlardan en büyüğünün, bir ağayı devreye sokup babasının vetosunu aşarak gönlündeki adamla yaptığı evliliğin sonuçta mutsuz bir evliliğe dönüşmesi, öte yandan kendisine görücü usülüyle talip olan bir gençle Aziz Bey’in onayladığı bir evlilik yapan bir diğer kızın ise sonuçta uysal bir tip çıkan kocasına istediklerini yaptırabilerek kendi arzularına daha uygun bir yaşama kavuşabilmesi düşündürücü. Bu noktada baba figürünün tercihlerinde son tahlilde bir hikmet olduğu “mesajının” filme örtük olduğu düşünülebilir. Veya bunun zorlama bir “okuma” olacağı da söylenebilir. Parantezi kapatıyorum. Öte yandan kızlardan baba vetosunu aşmayı başaranın, diğer iki kardeşin sevdalılarına kaçmalarına karşı çıkması ise öykünün oldukça derinlikli bir uğrağı. Erdoğan bu sayede muhafazakar baskının özneliğinin yalnızca biyolojik olarak baba ve biyolojk olarak erkek kimliği sahiplerine sabit olmadığını, toplumsal konum olarak erkeksileşmenin ve babalaşmanın biyolojik baba ve biyolojik erkek kimliklerinin ötesine de bulaşabileceğini ustaca teşhir ediyor.

Ekşi Elmalar’ın sinemasal olarak en başarılı yönü, baba hegemonyası mağduru gençlerin dramını, her biri nezdinde sahici biçimde hissettirebilmesi ki bunda başarılı oyunculukların ve oyunculuk yönetiminin de büyük payları var. Filmin benim nezdimde en etkileyici ve unutulmaz sahnesi, sevdalandığı genç adamla kaçmaktan imtina etmiş kızlardan birinin ileriki yıllarda her ikisi de evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış olarak bu erkekle tekrar karşılaştıkları sahne. Sözkonusu sahnede herhangi bir abartılı melodramatik gelişme yaşanmıyor ama her iki karakterin de geçmişteki kısa süreli gönül ilişkilerine dair dışarıya hiçbir sinyal vermemeye özen göstermelerinden durumun trajikliği buram buram yayılıyor.

Yılmaz Erdoğan’ın bu yeni filminin diğer ekseni ise Türkiye’nin yakın geçmişine dair dolayımsız siyasi arkaplanında mevcut. Ancak bu eksene geçmeden önce tematik olarak iki eksen arasında bağlantı kuran “ekşi elmalar” konusuna bir ara nağme olarak değineyim. Film, ismini Aziz Bey’in bahçesinde aşılattığı elma ağaçları içinde aşıya rağmen ekşi, yeşil elma vermeye devam eden ağaçlardan alıyor. Aziz Bey’in, aşılattığı diğer tüm ağaçlar tatlı, kırmızı elma vermeye başlamalarına rağmen onlarla yetinmeyerek bu birkaç ağacın, kendisine adeta kafa tuttukları için, varlığını kabullenemeyip onları kesmek istemesi bana, örneğin, ortalıkta zaten fazla fazla avm varken tarihi Emek sinemasının dahi avm inşası uğruna yıkılmasını anımsattı. Bende böyle serbest çağrışım yapmasının bir sebebi ise bu ekşi elmalar motifinin ve ona yüklenen anlamın filmdeki karakterler içinde pek belirgin bir karşılığının olmaması. Ekşi Elmalar bir direniş değil de bir tevekkül filmi daha çok. Filmin Aziz’in yanısıra diğer baş karakteri sayılabilecek olan en küçük kız Muazzez (Farah Zeynep Abdullah); sevgilisinin onunla kaçma önerisini, ablasının karşı çıkmasına aldırış etmeyip kabul etme cesaretini gösteremediği için babasının dizinin dibinden ayrılamıyor ve beyaz atlı prensin tekrar gelip kendisini kurtarmasını yıllarca bekliyor. Muazzez’in şampuan gibi tüketim nesnelerinden küçük mutluluklar, fotoroman gibi popüler kültür ürünlerinden feyz çıkarması da başlıbaşına sorunlu değil aslında ve insani bir tavır olarak algılanabilir, ama keşke Muazzez bunlar yetinmese (tıpkı Paris Yanıyor’da avm’deki lüks tüketim nesnelerinin cazibesine kapılan gençlerin devlete kafa tutmuş olmaları gibi). İronik bir tesadüf olarak Farah Zeynep Abdullah, Çağan Irmak’ın çok başarılı popüler sinema çalışması Unutursam Fısılda’da tam da Ekşi Elmalar’da eksikliği hissedilen bir tiplemeyi yine çok başarıyla canlandırmıştı. Ekşi Elmalar ise ne direngen bir karakter içeriyor, ne de tevekkülü çıkmaz bir yol olarak gösteriyor, tam tersine, tevekkülün ve boyun eğmenin, yıllar boyu çekilecek tüm acılara karşın, sonuçta mutlu sona ulaşacağını “müjdeliyor” (!).

Filmin dolayımsız siyasal yönelimi açısından rahatsız edici yönü ise Muazzez’in sevdalandığı gencin Ankara’daki öğrencilik yaşamında karikatürize bir devrimci tipleme içinde perdeye yansıtılmasından ibaret değil (1970’lerin devrimcilerinin “aşkı” önemsememelerine dair bu karikatürizasyon içinde zerre kadar gerçeklik payı olmadığını iddia etmek doğru olmayabilir ama bir kuşağı buna indirgeyen bir temsil de gerçekten çok adaletsiz, dolayısıyla çok çirkin). Ekşi Elmalar’ın esas sorunlu yönü Aziz’e olan bakışında. Adalet Partisi’ne üye bir “taşra politikacısı”, hatta eski belediye başkanı olan Aziz Bey’in, ekşi elmalara tahammülsüz, kızlarının istikbalini karartan kişiliğinin ‘yanısıra’ ‘bambaşka bir yüzünün daha olduğu’ sık sık ön plana çıkarılıyor: o, tüm ceberrutluğu bir yana ‘kadri bilinmeyen’, kalkınma adına ‘vizyon sahibi’, ‘hayalleri olan’ bir ‘memleket sevdalısıdır’!... Kimbilir, belki Yılmaz Erdoğan, Tayyip Erdoğan’ı da öyle görüyor.

JULIETA VE HZ. MUHAMMED: ALLAH'IN ELÇİSİ

Bu haftanın sözetmeye değer tek filmi Ekşi Elmalar değil ancak sevabıyla günahıyla Türkiye’ye dair bir film olduğu için Ekşi Elmalar’a odaklanmayı, bir hayli tereddüt ettikten sonra, tercih ettim. Oysa bu hafta hem dünya sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Pedro Almodovar’ın yeni filmi Julieta, hem de merakla beklenen İran yapımı Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi -ayrıca dostlarımdan olumlu eleştiriler alan ancak ne yazık ki henüz izleyemediğim animasyon Kubo ve Sihirli Telleri (Kubo and the Two Strings)- de vizyona girdiler.

Kısaca değinecek olursam Julieta, başkalarının kaderindeki sorumluluk, ‘suçluluk’, en yakınındakini aslında yakından tanıyamama gibi evrensel, ağır temaları ustalıkla işleyen ama finaline doğru dağılıp tam toparlanamayan bir çalışma. Dünyaca tanınmış İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin imzasını taşıyan Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi ise, tarihsel materyalist bakış sahibi izleyiciler için, peygamberin baş düşmanının ona husumetinin ardındaki ekonomik çıkar kaygısını (Kabe’deki putların yıkılması ihtimalinin Kabe’nin ziyaretçilerini azaltacağı, dolayısıyla ticarete darbe vuracağı kaygısı) sergilemesi açısından dikkate değer ama kendisi de tüccar bir zümreye doğan peygamberin konumlanışını maddi bir temele oturtmayan bir film. Sanat yönetimi açısından mükemmelliği yakalayan Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’nin ünlü Çağrı (The Message, 1976) ile kıyaslandığında, açılış ve kapanış sekansları hariç peygamberin yalnızca çocukluğunu konu aldığı için doğal olarak dramatik yoğunluğu biraz zayıf kalıyor; Çağrı, ilk müslümanların Mekke’de gördüğü zulme genişçe zaman ayırdığı, hatta filmin ana gövdesini bu dönem oluşturduğu için bir ölçüde bir ‘direniş filmi’ olarak da izlenebiliyordu, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’den akıllarda kalan ise bir mucizeler silsilesinden ibaret. Tabii öte yandan bu filmde peygamberin çocukluk döneminde arkadan ya da sırf ellerini, ayaklarını kadraja alarak perdede gösterilebilmesi İslami sinema açısından belirgin bir aşama teşkil ediyor.

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi tam da bu yüzden dünyadaki Sünni çevrelerde tartışma yaratmış, Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi, Suudi baş müftülüğü gibi Sunni İslam’ın kimi referans kurumları yüzü gösterilmese dahi peygamberin bedeninin görüntüsünün perdeye getirilmesine karşı çıkmışlardı. Bu tartışmaların Türkiye’ye ne kadar yansıyacağı ise bir başka merak konusu. İlk izlenim olarak Diyanet’in film lehine fetva verdiğini kaydeden AKP yanlısı yayın organlarında ve hatta sosyal medyaya yansıyan dindar izleyici yorumlarının çoğunda genellikle olumlu bir yaklaşım gözlendiği söylenebilir; ancak bunun önemli bir istisnası Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ın dün gece “Cinayet bu! Sessiz kalamayız! PROTESTO EDELİM” diye feryat figan, provakatif tweetler atması oldu.