Tiyatrolar kapatılırken sokaklar sahneye dönüşüyor

İlk şairlerden Hesiodos bir çobandı. Kıraç topraklarda koyun güderken Tanrıların Doğuşunu anlatan bir şiir yazmaya girişmesini, tanrıların ona bağışladığı esin ve yeteneğe bağlamıştı. Eserinin başında anlattığına göre, bir çobanda şairlik gücü yaratan Zeus’un kızları, Olimposlu tanrıçalar Helikon dağında ona şöyle seslenmişlerdi: 

“Siz ey kırlarda yatıp kalkan çobanlar,

Dünyanın yüz karası zavallı yaratıklar!

Sizler ki hep birer karınsınız sadece”

İnsanın yalnızca yeme içme gereksinmesinin sınırları içinde yaşamasına isyan eden Hesiodos, tanrıların tarihini ve o günün toplumsal yaşamını yazarak insanı zenginleştirmeye çalışıyordu. İnsan, şiirle, destanla ve çok geçmeden sınıfsal çatışmaların sahneye çıktığı site toplumunda tiyatroyla, toplumsal yaşamın çok yanlı zenginliğinde karnının gurultusunu bastırmaya girişiyordu. Doğanın sınırlarını sorgulamayı, üretim ve teknikle sürdürürken, ortak yaşamanın zorunluluklarına uyum ve başkaldırı süreçlerine politika, felsefe, din ve tiyatro karışıyordu. Hem de nasıl tiyatro, iki bin yıl öncenin şehirlerinin harabelerine gittiğimizde şaşkınlıktan ağzımızı açık bırakan, on bin kişilik açık hava tiyatroları. Bunlara bakınca, eskiçağın şehirlerinin tiyatrolarıyla ve yetiştirdiği tiyatrocularla övünen şehirler olduğunu düşünebiliriz.

Şehrin merkezinde bir sahne vardı. O sahnede insan yansımasını görüyordu, daha doğrusu toplumsal insanın sahnedeki temsilinde, kurulu düzenin insani değerlerini güzelleştiren oyunu izleyerek toplumsallaşıyordu. Eskiçağın büyük tiyatro yazarları, eşitsizlikçi toplumdaki kişilikli insanın tragedyalarını yazdılar; egemenlere boyun eğmeyi alay ederek, küfrederek katlanılır hale getiren halkın komedyasını sahnelediler. Toplumun bakışının yöneldiği bu büyük sahnede, toplumsal insan, kendini ve yaşamını sorgulamayı öğrendi. Sonra başka tarihler yaşandı ve tiyatro etkisizleşti.

***

“Söz değil artık bu, olayın ta kendisi!”

***

Uzun yüzyıllar toplumsal yaşamın sorgulanmasında tiyatro kendine yer bulamadı. 16. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere’de yeni bir düzen kurulurken yeni bir tiyatro da doğdu. Laf ebesi Shaksepeare, Hamlet’in ağzından, Hesiodos’a benzer bir insan sorgulaması yapar:

“Eğer bütün eğlencesi, bütün işi gücü yeyip içip uyumaksa insan nedir ki? Hayvandır, fazla bir şey değil. Elbet ki bizi, ilerisini gerisini görecek kadar geniş bir muhakeme sahibi olarak yaratan Tanrı bu ilahî akıl ve iktidarı, kullanılmasın da küf bağlasın diye vermedi bize.” Sermaye egemenliğinde yeni bir çağ başlarken, düşünmeye ve değiştirmeye girişen yeni bir insanın doğum sancıları içinde, Londra’dan başlayarak yeni tiyatro sahneleri de kuruluyordu. Shakespeare’in oyunlarıyla, ilkçağın ancak beş onu günümüze gelebilen, bu haliyle bile olağanüstü etkileyici tiyatro birikimine de kucak açılıyordu. Globe tiyatrosunun seyircileri, heyecanla, neşeyle ayakta oyun izlerken, sokağın çamurunu taşıyan tiyatronun zeminine yedikleri fındık fıstığın kabuğunu atıyorlardı. Rivayet edilir ki, 1990’larda, eldeki bilgilere göre birebir yeniden inşa edilen Globe tiyatrosunun bu çamurlu tabanını döşemek için gereken fındık kabukları Anadolu’dan gönderilmiştir.

***

“Yolum kalmadı ki, göze ihtiyacım olsun!”

***

19. yüzyılda yolunu arayan bir toplum, gazeteyi, romanı, yeni şiiri yaratırken, tiyatroyu da kurmayı ihmal etmedi. Bütün bu işleri yapanlar hep aynı kişilerdi. Namık Kemal, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Musahipzade Celâl, Recaizade Ekrem, Şemsettin Sami ve ötekiler… “Vatan Yahut Silistre” sahneye konulduğunda, seyircilerin heyecanı ve Namık Kemal’e tezahüratı sokağa taşmıştı. İstanbul’da Direklerarası diye, tiyatroyla özdeşleşen bir semt ortaya çıktı. Sahneler kuruldu; geleceği kurmak isteyenler, tiyatronun ışığında araştırmaya da gereksinim duydular. Tiyatro Anadolu’ya taşındı. Toplumsal eşitsizliğin kıskacındaki insanın sergilendiği oyunlar sahnelendi. Toplumsal çatışmaların gölgesi tiyatro sahnesini kapladı. Tiyatro, güncel, politik olayları odağına aldı. Gerçekçi yöntemle yaratan oyun yazarları, tiyatro sanatçıları yetişti. Sahnelerin, egemen sınıfın uyuşturucu ideolojisinin esiri olmaktan çıkarılması kavgası verildi. 60’larda yükselen toplumsal mücadeleler tiyatroyu sokağa indirdi. Tiyatro devrim için harekete geçirildi. Kasabalara, köylere götürüldü.

***

“Umumi ve millî işlere karıştınız… Siz artık bir kişinin olamazsınız…!”

***

Yeni bir toplum mücadelesinde dün köylere kadar götürülen tiyatro, bugün her köşe bucağı kuşatan sermaye düzeninde şehirlerden bile kovulmaya çalışılıyor. 2018 yılında tiyatro dendikte, kapatılan ve yıkılıp yerine, insanı Hesiodos’un karından ibaret yaratığına dönüştürmenin değirmeni AVM’ler inşa edilen salonlar geliyor. AVM, karınlardan ibaret insanın kod adıdır. Bu topraklarda tiyatroyu kurumsallaştıran Muhsin Ertuğrul adına inşa edilmiş, güzelim şehir tiyatrosunu yıkıp, yerine, emperyalizmin bürokratlarının kongrelerinin yapıldığı çirkin bir depo inşa ettiler. Bu deponun müştemilatı olarak da bir tiyatro salonu yaptılar. AKM’yi, on yıldır kapattılar, çürümeye mahkûm ettiler, en sonunda yeni bir bahara girerken kepçelerinin darbelerine teslim ettiler. Taksim’de kimsenin bakmaya dayanamadığı toplumsal bir tragedya sahneleniyor.  

Devlet tiyatrosunu AVM’lerin keşmekeşinde, fuayesiz salonlarda oynatıyorlar. Güzelim Taksim Sahnesi’nin kapısına kilit vuruldu. Güzelim Emek sineması kapatıldı. Otoparkın altında da olsa, bir Aziz Nesin Sahnesi vardı, adına bile tahammül edemediler ki ortadan kaldırdılar. Muammer Karaca Tiyatrosu’nu yok ettiler. Bunları yapanlar için, her şey söylendi ve söylenebilir…  Bunlara, Kavafis’in o şiirinde gelmesi beklenenler, dense çok hafif kaçmaz mı? Her yerde yıkacak tiyatro, el konacak tarihi bina arıyorlar. İstanbul’un en güzel yerine, Halit Ziya’nın, “mâi” gökyüzünden “baran-ı elmas” yağdırdığı yere, Tepebaşına stadyum inşa ettiler. Ağaçlar arasındaki, 12 Eylül’e karşı aydınların “Bahar Noktası”nda buluştukları, Tepebaşı Deneme Sahnesi’ni yerle bir edip üzerine otopark diktiler. Bunları anlatmak için yeni çağın oyun yazarına, tiyatro oyuncusuna, geleceğin mimarının kuracağı yeni sahnelere ihtiyaç var.

Sanki toplum, tiyatronun boşluğunu doldururcasına sokakların ve meydanların sahnesine yürüyor. Son bir ay içinde, İstiklâl’de kadınlar yürüdü, gösteri yaptılar. Gazeteciler, yazarlar, okurlar düşüncesinden dolayı zindanlara kapatılanların özgürlüğü için adliye kapılarında pankart açıyorlar. Çağlayan Adliyesinde avukatların haftalık adalet nöbetleri sürüyor. Ankara’da İnsan Hakları Anıtı, Nuriye, Semih, Veli’nin ve başka direnişçilerin gösterisini engellemek için demir parmaklıklarla kapatıldı. Sanki Kafkas kayalıklarında Zincire Vurulmuş Prometheus sahnesidir.

Sokaklarda gösteri var. Pencerelerde seyirciler alkışlıyor. Onlar tiyatroyu yok ettikçe, hayat tiyatronun işini üstleniyor. Hayat tiyatronun işini üstlenmişse, hekim insanı iyileştirmek için düzeni iyileştirmek gerektiğini anlamışsa, hukukçu adaletin terazisinin dengeye gelmesi için yasaları yeniden yapmak gerektiğini kavramışsa, oyuncular seyircilerin sayısını aşmışsa dönüşüm yakın demektir.

Hele bir de, 2010 kışında Ankara’nın ortasına çadır kuran, iki buçuk ay hayatı sanat, gösteri ve eylem olarak sokakta yaşayan Tekel işçileri hatırlanırsa… Hele bir de, yirmi birinci yüzyılın en büyük tiyatrosu, 2013 yazında Türkiye’nin bütün meydanlarında kurulan Gezi sahnelerinin isyanı unutulmazsa…

Yeni bir bahara girerken tarihin sahnesine yakışır insanlık tiyatroları yaşayacağımızdan kuşku duymamak gerekir.

***

“Çıkın ışığa

Buluşabilenler

Sevindirebilenler

Değişebilenler”*

*Yıldız içindeki alıntılar sırasıyla Aiskhylos, Shakespeare, Yakup Kadri, Bertolt Brecht’tendir.