Tarihsel benzerlik tezleri

I

Tarih hiçbir zaman tekerrür etmez. Tarihin akışında “tekrar” gibi görünen durumlar ortaya çıkabilir; ama gerçekte söz konusu olan, yeni bir durumun, eskiye ait olup işine yarayacak öğeleri yeniden canlandırmaya çalışmasıdır. 

II

Kuşbakışı, günümüz dünyası en fazla Avrupa’da iki büyük savaş arasındaki 1920-1940 dönemini andırmaktadır.

Sağ popülizmi de içeren milliyetçilik… Şiddetli aydın-entelektüel düşmanlığı… Bir ulusun tarihinin birtakım efsaneler türetecek şekilde yeniden deşilmesi… Başka ülkelerin topraklarına göz dikme (irredantizm)… Gençler arasında iktidarı destekleyecek paramiliter grupların oluşturulması… Yetişkinleri çalışma saatleri dışındaki serbest zamanlarında belirli bir kalıba sokmaya yönelik “sivil” örgütlenmeler… 

III

Bu dönemde kıta Avrupa’sı, Hitler, Mussolini, Franco gibi çok bilinen isimlerin yanı sıra başka despotlara sahne olmuştur: Dolfuss (Avusturya); Horthy (Macaristan); Kral Carol (Romanya); Metaksas (Yunanistan); Tsankov (Bulgaristan); Pilsudski (Polonya) ve başkaları… 

IV

Ya aynı dönemin Türkiye’si?

Yaygın ve kolay yol olan “benzerliklerin” saptanması yerine, nitelikli bir tarihçi için asıl tahrik edici başlık, dönemin Türkiye’sini kıta Avrupa’sındaki bu ana akım şekillenmeden önemli ölçüde ayıran özellikler olmalıdır. 

V

Ulus devlet inşa sürecinin vazgeçilmezi olarak milliyetçilik vardır, ama ırkçılık dozu çok düşüktür… Popülizm vardır, ama büyük ölçüde aydınlanmacı ve aydınlatmacı özellikler taşımaktadır… Uluslararası ilişkilere yansıması sıfır olan birtakım “tarih teorileri” vardır; ama geçmişten mutlak kopuş çabaları “şanlı mazimiz” edebiyatına kat kat ağır basmaktadır… 1938’de gündeme gelen “Hatay meselesi” dışında irredantizmden söz edilemez… Aydın-entelektüel düşmanlığı bulunamaz… Gençlere ve yetişkinlere yönelik “sivil” örgütlenmeler ise destekçi paramilitiler güçler oluşturmaya değil bir kez daha aydınlanmaya ve aydınlatmaya yöneliktir… 

VI

Bu “farkı” yaratan çeşitli olgulardan, etmenlerden söz edilebilir. 

Örneğin gündemdeki, kıta Avrupa’sının ana akım yönelimlerinden farklı olarak, gecikmiş bir burjuva devrimdir. Odaklanılan yer de “sınıf mücadelelerinin toplumda yarattığı tahribat” değil Aydınlanma dönemidir, 1789 ihtilalidir… 

Cumhuriyet’in kurucularını da, sermaye düzeninin konsolidasyonuna uğraşan restoratörlerden çok kurucu burjuva devrimcileri olarak görmek gerekir. 

Bir de “kuzey komşu” Sovyetler vardır;  onun bir yerde “ürkütücü”, iyi geçinmeye zorlayıcı, başka bir yerde ise “esinlendirici” varlığı söz konusudur. Bir bakıma Bilsay Kuruç’un dediği gibidir: “Bir yanda patronluğu devretmekte direnen İngiltere, ‘patron’un yerini gözüne kestirmiş, ‘temiz’ aile çocuğu ABD, mızmız çocuk Fransa ve mahallenin kabadayısı Almanya; diğer yanda ise iki köylü ülkesinde, iki isyancı çocuk, Sovyetler Birliği ve Türkiye…”   

VII

Ne kadar derinlemesine değerlendirip karşılaştırıyorlar, o kadarını bilemeyiz; ancak ortada objektif bir durum vardır: Türkiye’de AKP rejimi, dünyanın bugün 1920-1940 arası döneme benzer özellikler taşıdığının farkındadır ve bu dönemden zamanın “Kemalist rejiminden” çok farklı, hatta kimi alanlarda tam tersi işler yaparak çıkabileceğini hesaplamaktadır. Başka bir deyişle AKP rejimi, geleceğin Türkiye’sini, 1920-40 döneminin kıta Avrupa’sında baskın olan yönelimlere özenerek şekillendirme peşindedir. 

VIII

1920-1940 döneminde kıta Avrupa’sında baskın olan özelliklerin bugün aynı kıtanın ötesinde Anglosakson dünyasını da içine alarak yeniden canlandırılması, AKP rejimine pek de “cahil” sayılamayacak bir cüret vermektedir. 

IX

Dünya kapitalist sistemi ikinci savaş sonrasında kendini hemen her alanda yeniden yapılandıracak bir yol bulabilmişti. Sistemin, kendini yenileyici böyle bir zemini bulabilmesinde, sosyalizmin savaştan güçlenerek çıkmasının ve bir “sistem” konumuna gelmesinin payı bugün sanıldığından daha büyüktür. 

X

Bugün “ayar verici” bir karşıt sistem yoktur. Dünya kapitalizmi, 80-90 yıl öncesine göre çok daha fazla “küreselleşmiş”, buna koşut olarak iç gerilim ve çelişkileri bir modus vivendi’yi (derin anlaşmazlıklara rağmen çatışmayarak birlikte yol alma) olanaksız kılacak ölçüde derinleşmiştir. Sonuçta, ilk ikisi ölçeğinde olmasa bile, bugün dünyanın “3. Dünya Savaşı” içinde olduğunu söylemek mümkündür. 

XI

Dünyanın bu dönemden önümüzdeki en az 20-30 yılı “idare edici” yeni bir küresel düzenlemeyle ve istikrarla çıkması mümkün değildir. Türkiye’ye gelince; üç olasılık vardır: Bugünkü rejimin dur durak bilmeden yoluna devam edip Türkiye’ye istediği şekli vermesi; AKP rejimine “restorasyon” ya da “normale dönüş” anlamına kesinlikle gelmeyecek rötuşlar yapan yeni bir siyasal kombinasyon ya da “faşizm” ile “devrim” arasında arafta duran bir ülke… 

XII

“Madem Hitler’in Almanya’sını, Horthy’nin Macaristan’ını, Metaksas’ın Yunanistan’ını vb. isteyenler var, biz de 30’ların Kemalizmini isteyelim” demek solculuk değil anakronizmdir.    

XIII

Dönem, “dünya ve ülke nereye gidiyor” değerlendirmelerine eşit ağırlığın, “şuraya gitmesi için biz ne yapabiliriz, ne yapmalıyız” düşüncelerine tanınması gereken bir dönemdir.