Onun Filmi: Türkiye sinemasında kadın yönetmen olmak

Belgesel sinema, sinemanın önemli, hatta asli bileşenlerinden olsa da belgesel filmlerin festivaller veya özel gösterimler dışında sinema perdelerinde izleyiciyle buluşabilmesi çok nadir oluyor; her yıl ancak birkaç belgesel, sinemalarımızda vizyon şansı bulabiliyor. Prömiyerini iki yıl önce Adana Film Festivali’nde yaptıktan sonra geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmiş olan Onun Filmi adlı belgesel, rötarlı olarak ve yalnızca iki şehirde, İstanbul’da üç, Ankara’da iki salon gibi çok sınırlı ölçekte de olsa dün (cuma) gösterime çıkabildi. 

Su Baloğlu ve Merve Bozcu adlarında genç iki sinemacının ortak çalışması olan Onun Filmi, aralarında Işıl Özgentürk, Türkan Şoray ve Yeşim Ustaoğlu gibi tanınmış isimlerin de yer aldığı çok sayıda kadın yönetmenle söyleşiler içererek Türkiye sinemasında kadınların yönetmen olarak çalışmaya yöneldiklerinde karşı karşıya kaldıkları durumları perdeye getiriyor. Belgeselde aktarılanlar arasında özellikle erkek set çalışanları tarafından güvenilmemek gibi sorunlar ağırlıklı olsa da bir söyleşide, halk arasında çalışırken önce şaşkınlıkla karşılanıp akabinde adeta pozitif ayrımcılık görerek “aferin kızlar” minvalinde şevkle desteklendiklerine ilişkin bir aktarım da var.

Balcı ve Bozcu, son dönemde takdir gören pek çok belgeselden farklı olarak, “konuşan kafalar” formatından beri olmak adına kimi örneklerde belgesel ile deneysel sinemanın hibrid formlarına varacak raddeye çıkan “yaratıcı, sanatsal” anlatım biçimlerine yönelmemişler. Onun Filmi’nin, içeriğinin değeri bir yana, onu anlatım açısından kalburüstü kılan ve yavanlaşmamasını sağlayan yönü, bizzat bu belgeselin yapım sürecinin, örneğin röportajların hazırlıklarının da yoğun biçimde perdeye gelmesi. Hatta aslında Onun Filmi, Türkiye sinemasında kadın yönetmen olmak hakkında bir belgesel olduğu kadar, iki gencin ilk belgesel çalışmalarını yürütmelerinin belgeseli de sayılabilir.

Ancak bu yönelimin uzantılarından birinde, yani belgeselin, yönetmenlerinin bireysel ve öznel öyküsünü/öykülerini de içermesinin bir yönünde Onun Filmi ciddi bir sorun içeriyor. Belgeselin iki yönetmeninden birinin kendisi de yönetmen olan annesiyle yapılan söyleşinin bazı pasajları, söz konusu kadının kızına yönelik ‘bunları kendi kişisel tarihin için kaydet ama belgeselde kullanma’ minvalindeki isteğine karşın belgeselde kullanılmış. Belki de söz konusu kişi, yakın bir aile ferdi olduğundan daha sonra rızası alınmış olabilir. Ancak sonradan rıza alınmışsa ya belgeselin bir yerinde bu bir şekilde belirtilmeli ya da ‘bunları kullanma’ talebinin dile getirildiği pasaj çıkarılmalıydı. Biz izleyici (ve eleştirmen) olarak, varsayımlarda bulunmak değil belgeselde bize sunulan ile değerlendirme yapmak durumundayız. Bu haliyle “bunları kullanmamamızı istedi ama bakın biz yine de kullandık” denilmiş gibi duruyor. Kuşkusuz konuya kuralcı olarak baktığımızda, “bunları kullanma” uyarısı, söylenen ama kullanılmaması istenilen sözlerin söylenmesinden önce değil sonra söylendiği için bağlayıcı sayılmayabilir ama yine de böyle bir açık kapıya bel bağlamak dahi en azından şahsen benim hoş karşılamamın olanaklı olduğu bir tavır değil.

Godzilla II: Canavarlar Kralı

Hollywood yapımı yeni Godzilla filmi Godzilla II: Canavarlar Kralı (Godzilla: King of the Monsters) ise haftanın öne çıkan ana akım filmi. Kısaca anımsayacak olursak, Godzilla filmleri aslen Japon menşeili bir seri ve Japonya’da 60 yıldan uzun bir dönemde otuzdan fazla Godzilla, ya da Japonca özgün adıyla Gojira filmi çekilmiş durumda. 1954 tarihli, yani İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin Japonya’ya karşı atom bombası kullanmış olmasının yaralarının henüz çok taze olduğu ve de yine ABD’nin Japonya karasularında yeni nükleer denemeler yaptığı dönemde çekilen ilk Gojira filmi, bu denemeler sonucu yeniden canlanan veya uyanan ve radyoaktif özellik kazanan tarihöncesi bir canavarın Japonya’ya saldırmasını öykülüyordu ve bu kısa konu özetinden dahi anlaşılabileceği üzere net biçimde nükleer-karşıtı ve ABD-karşıtı yönelimde bir popüler sinema filmiydi. Çok geçmeden devam filmlerinde bu yönelim törpülenecek ve Godzilla dünyayı envai çeşit diğer canavarlara karşı koruyan munis bir karakter kazanacaktı.

Godzilla II: Canavarlar Kralı, bu “umudumuz Godzilla, dehşetengiz canavarlara karşı” izleğini Holywood yapımı yeni Godzilla serisine taşıyan film niteliğinde (hatta spesifik olarak, Japon yapımı serinin zamanında bizde Gidorah Canavarlar Canavarı adıyla oynamış olan 1964 tarihli halkasını çıkış noktası aldığı söylenebilir). Öte yandan bu yeni film, Japon yapımı orijinal serinin devam filmlerindeki bu izleği yeniden üretirken ilk Japon Godzilla filmindeki önemli bir olay örgüsünü de içeriyor ancak oradaki nükleer-karşıtı yönelimin içini boşaltarak veya muğlaklaştırarak! Godzilla’da (Gojira, 1954) atom bombasından daha güçlü bir silah geliştirmiş ama kötüye kullanılabileceği endişesiyle bu icadını kimseyle paylaşmayan Japon bir biliminsanı, söz konusu silahı bir kerelik Godzilla’ya karşı bizzat kullanır ki bu esnada kendisi de yaşamını yitirsin ve daha sonra icadı başka ellere geçmesin. Godzilla II: Canavarlar Kralı’nda da şeklen benzer biçimde kullanıcısının ölümüyle sonuçlanan bir nükleer silah kullanımı var ama bu kez amaç Godzilla’yı öldürmek değil, uyandırıp diğer canavarlara karşı savaşa yöneltmek.

Anlatısından bağımsız olarak bir ‘dev canavarlar savaşı’ filmi izlemenin görsel düzeyde sundukları açısından değerlendirdiğimizde ise Godzilla II: Canavarlar Kralı’nda özellikle büyük sinema perdesinde etkileyici görünen geniş açılı birkaç kısa plan olsa da söz konusu canavarlar savaşı sahnelerinin genelde çok sayıda ve nispeten hızlı kesmelerle, daha çok orta ya da yakın planlar üzerinden perdeye gelmesi, “görkemli” olma durumunun önünü kesiyor. Fazlasıyla nostaljik görünmek istemem ama, canavar kostümü giymiş insanlar tarafından canlandırılan canavarların, el emeği göz nuru maketler önünde çarpıştığı Japon yapımı eski Japon filmleri, en azından Godzilla II: Canavarlar Kralı’na oranla her açıdan daha cazip geliyor bana.